Kürt meselesinin tartışılmasında henüz ciddi kavram kargaşasının devam ettiğini ve bu durumun siyasal tutum alışlarımızı derinden etkilediğini düşünüyorum. Bu kavram kargaşasının en önemli tezahürlerinin başında, yaygın kabul gören ‘Kürtler doğal haklarını istiyor’ anlayışı ve ifadesi var.
Doğallık bir ‘hal’ ifadesidir, ‘hak’ ise siyasal bir kavramdır. İnsanların doğal halleri vardır, doğal hakları yoktur. Dahası, bir çok durumda, haklar ‘doğal haller’e rağmendir ve onlara karşı çıkarlar. Mesela, kadın hakları, kadınların doğallıkla (biyolojileri ile) belirlenen sınırlara karşı çıkışlarından doğar. İnsan sadece bir yanı ile doğal bir varlıktır, varoluşu doğallık üzerine inşa edilirse, güçlünün zayıfı yendiği ‘doğa kanunları’na boyun eğmesi gerekirdi. İnsan toplumsal ve dolayısı ile siyasal (dahası ahlaki) bir varlıktır.Toplumsal varlığını ve değerler sistemlerini ‘doğal hal’e karşı inşa eder.
Dil doğal değil, toplumsal bir ilişkinin başlangıcıdır, toplumsal ilişkiler çerçevesinde dolaşıma girer ve gelişir. Anadil, anasütü gibi veya ‘karın gurultusu’ gibi bir şey değilir, toplumsal-tarihsel bir sürecin ürünüdür. Çeşitli insan topluluklarının toplumsal-tarihsel süreç içinde üretip, geliştirdikleri diller sürekli bir değişim içinde yeniden üretilir. Modern toplum ve buna karşılık gelen siyasal kurgular dili yeniden şekillendirir. Modernleşme sürecini gerçekleştiremeyen veya bu süreçler dışında kalan diller ya Latince gibi tarihi-ölü diller haline gelir veya yerel diller olarak kaybolmaya mahkum olur. Kürtçe konuşan halklar, kendilerine ait bir ulus devletleşme imkanına sahip olamasa da, modern toplumsallaşma çerçevesinde dillerini kısmen modern bir dil olarak yeniden üretme sürecini yaşadılar ve bu süreç devam ediyor. Ancak modern(veya modern sonrası biçimlerde) siyasal bir kurumlaşma olmaksızın yerel düzeyde kalan bir dilin modern manada bir ‘kamusal bir dil’ haline gelmesi mümkün değildir. Zira, bir dilin modern bir iletişim aracı haline gelmesi yani kamusal bir dil haline gelmesi o dilin konuşulmasının sadece serbest olmasını ile gerçekleşebilecek bir şey değildir. Dilin yerellikten kurtulup standartlaşması ve yeni ihtiyaçları karşılayacak biçimde yeniden üretilme imkanlarına kavuşması gerekir. Tüm modern diller ve bu arada modern Türkçe bu aşamalardan geçerek bugünkü halini almıştır.
Dahası, bir dilin kaybolmaktan kurtulması ve bunun ötesinde modern (veya post-modern) toplumsal dolaşıma girmesi ancak, o dili yeniden üretecek kurumsal yapıların mevcudiyeti ve bu arada o dille eğitim verilmesi ile mümkün olur. Bırakın yerel dillerin unutulmasını, Kanada’da Fransızca konuşan toplumun dilini İngilizce lehine kaybetmesinin önüne geçmek üzere, bu toplumun çocuklarını İngilizce okullara gönderme özgürlüğünün sınırlanması tedbiri bile, çok uzak olmayan bir tarihte tartışılmıştır. Ünlü siyaset teorisyeni Charles Taylor, bu görüşü savunanlardan biriydi.
Kürtçe konusunda, mesele bir toplumun varoluşunu tescilleyen en önemli zemin olan dillerine sahip çıkmaktır. Kürtçe’ye ilişkin taleplerin bu çerçevede düşünülmesi gerekiyor. Kürtçe’ye ilişkin talepler, siyasal hak taleplerinin en temelinde yer alan ve diğerleri ile birlikte kavranması zorunlu taleplerdir. Siyasal haklar, siyasal mücadeleler sonucunda şekillenen haklardır. Zaten Kürtlerin de - yöntemlerini beğenelim beğenmeyelim- yaptıkları bu türden bir mücadeledir.
Kürtçenin serbestçe konuşulması önündeki yasakların kalkması veya Kürtçe hizmet alma imkanlarının tanınması liberal demokratik siyaset açısından önemlidir. Bu yönde atılan adımlar küçümsenemez. Ancak bu adımları mümkün kılanın da (her toplum ve her dönemde olduğu gibi) siyasal mücadelelerin sonuçları olduğunu unutmamamız gerekir. Diğer taraftan, dikkate almamız gereken diğer önemli bir husus, ne Kürtçe’ye ne de genel olarak Kürt meselesine ilişkin taleplerin liberal-demokratik politikalar sınırları içinde karşılanmasının mümkün olmadığı gerçeğidir. Liberal-demokratik siyaset çerçevesi, siyasal mücadelelerin barışçıl-demokratik bir zeminde verilmesi için zaruridir ve bu anlamda Kürt meselesinin çözümünde, siyasal mücadelenin demokratik parlementer zemine çekilmesi açısından çok önemlidir. Ancak, bu gerçek bize Kürtlerin uğruna mücadele ettikleri taleplerin, evrensel insan hakları yani kültürel, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesi ile sınırlanması ile karşılanmayacağı ve dolayısı ile sorunun devam edeceği gerçeğini unutturmaması gerekir.
Kürtler, bağımsız bir ulus devlet talebinde bulunmuyor, ancak dillerini ve varlıkları tescil edecek, onu yeniden üretebilecek bir siyasal statü talep ediyorlar. Bu bireysel-kültürel hakları aşan bir konudur, zaten siyasal mücadele tarihleri ve gerçeği bireysel-kültürel alanın çok ötesinde bir haklar talebine karşılık geliyor. Biz bu mücadelenin geçmişini ve bugün geldiği yeri sonuna kadar eleştirebiliriz, ancak bu türden tepkilerin Kürtler için anlamını ve onların gelecek kurgularını anlamak açısından faydası yoktur. Bu noktadan sonra önemli olan, Kürtlerin geleceklerine ilişkin kurguları ile barışarak yani ucu açık siyasal müzakereler ile toplumsal barışı yeniden temin edecek yönde çaba göstermektir. Evrensel insan hakları, demokratik siyaset zeminini savunmak önemlidir ve bize barışçı çözüm açısından yol aldırır. Ancak konuyu bu çerçeve ile sınırlamanın, gerilim ve çatışmayı durdurma açısından yeterli olacağını sanmak yanılgıdır ve yanıltıcıdır.
Kürtlerin siyasal mücadele biçimini eleştirmek, mücadelelerinin anlamını kavrayıp, demokratik siyaset alanını bu yönde açmayı başardığımız ölçüde hakkaniyetli ve sonuç aldırıcı olur. Kürtlerin bağımsızlık talebi dahil tüm gelecek kurguları ve taleplerini özgürce tartışabilecekleri demokratik bir siyaset alanı olmaksızın ‘iki tarafa’ aynı mesafeden çağrı ve eleştiri yapmak sadece hakkaniyetsiz değil, anlamsız bir tavırdır. Tek anlamı ‘vicdan rahatlatmak’ veya ‘tehlikeden uzak durmak’ olabilir.
Mevcut iktidarın, bir yandan demokratik siyaset alanını, diğer yandan müzakere yolunu açmak bir yana, daha da sınırlamakta ısrarının sonuçları ortadadır. KCK operasyonlarının politikleşmiş bir toplumu sindirmek bir yana daha da politikleştirdiği ve radikalleştirdiği, cezaevlerindeki açlık grevlerinin seyri ile bir kez daha görülmüş olması gerekir.
Yine T24'te yayınlanan ‘Kürtlerin Haysiyet Meselesi’ yazım çok tepki çekmişti. Tepki çekmeyi göze alarak, haysiyet konusuna da dipnot düşerek bitireyim. Haysiyetsiz ‘dostlar’ ile gidilecek kısa ve engebeli yoldansa, haysiyetli ‘düşmanlar’ ile barışarak gidilecek yol daha emin ve uzun soluklu olur. Türkiye’nin bu ikinci yolu seçeceğini umuyorum.
T24
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.