Bir yıl kadar önce, tartışma gündemini siyasi iktidarın Kürt politikasındaki değişiklikler oluşturuyordu. Sertleşen dil, öne çıkan güvenlikçi yaklaşım, siyasi alanın daralması şu soruyu sorduruyordu:
"Oslo sürecinden bu noktaya nasıl gelindi?.."
O günlerde bu soruyu AK Parti'nin Kürt politikası üzerinden yanıtlamaya çalışmış ve şöyle demiştik:
2002 sonrası AK Parti başka pek çok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da aktif liberal bir politika izledi...
Kuzey Irak'la ilişkiler, inkâr politikalarının sona ermesi, tüm eksikliklerine rağmen temel hak ve özgürlükler konusunda yapılan önemli hamleler, Kürtçe'nin ve kimi kimlik haklarının kullanımına yönelik değişiklikler, sorunun çözümü ve tartışılmasında siyasi alan ve zeminin oluşmasına yönelik demokratik katkılar, bunların yanında Öcalan'la, örgütle yapılan silah bırakma görüşmeleri, sorunu siyasi girişimlerle de çözme iradesi bu duruma açık örnekler...
Bunlar Türkiye'yi, örgüte silah bıraktırma görüşmelerine, Oslo sürecine getirmişti...
Sonra bir kopuş yaşandı. Siyasi iklimden asayiş iklimine geçildi...
Hükümet çevreleri bu geçişi PKK'nın tavrına bağlıyordu.
Bakış açıları şöyleydi:
"Örgütün silahlı güçlerinin Türkiye'den çekilmesi için görüşmeler belli bir noktaya gelmişken, Kürt siyasi hareketinin görüşme masasına silah koyması, daha çok şey elde etmek için şiddete başvurması, hükümetin rota değiştirmesine yol açtı. Asayiş politikalarında çıtanın yukarı çekilmesini gerektirdi ve getirdi..."
Bu bakış, üç ayaklı bir politika üretti:
(1)PKK'nın silah kullanarak görüşme yapamayacağını anlamasını sağlamak, (2)Örgütü gerçek güç sınırına indirmek, (3)Kürt sorunuyla Kürt siyasi hareketi arasındaki bağları esnetmek...
Bu bir anlamda yeniden savaş ilanıydı.
Savaşların bedelleri olur.
Ve ilk bedel ağır olmuştu: Otoriterleşme...
İktidar çevreleri bu bedelin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlardı.
Asker sivil arasındaki yeni işbirliği ve üstün teknolojik donanımla Kürt siyasi hareketi ağır biçimde sıkıştırıldığını, Güneydoğu'da kentlerde, kasabalarda eylem yapamaz hale geldiğini, propaganda kapılarının kapandığını ve her anlamda ağır kayıplara uğradığını söylüyorlardı...
Sonra bomba patladı...
PKK saldırıya geçti, alanını genişletti...
Bugün farklı bir noktadayız...
Geldiğimiz bu nokta, tüm asayiş ve güvenlik politikası övgülerini, onu yapanlar açısından bile anlamsız kılan, karşılıksız bırakan bir noktadır...
Suriye ve Ortadoğu dengelerinde değişiklik, Suriye'deki Kürt enerjisinin açığa çıkması, Türkiye'nin Suriye politikasının ters sonuçları, PKK'nın bir Ortadoğu gücüne dönüşmeye başlaması, bu bölgede hesabı olan ülkelerin varlığı bu politikaları darmadağın etti...
Bu yeni bir safhadır.
Bu safhada Kürt sorunu gitgide bir Ortadoğu sorunu olmaya doğru ilerlerken, bu sorun ile bölgenin Sunni-Şii, Doğu-Batı gibi gerilim eksenleri, diğer siyasi denge ve aktörleri iç içe girmeye başlamaktadır.
PKK'nın terör ve şiddet dozunu arttırması ve yeni hamlesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
PKK İran, Suriye gibi ülkelerin desteğiyle, sınır bölgelerinde genişleyen hareket alanıyla, Arap Baharı'nın beslediği iç ayaklanmalara benzer bir ortam yaratmak istiyor. Şemdinli, Hakkari bölgesinde üstün ve yerleşik güç haline gelme, kendi denetiminde bir bölge yaratma ve buradan hareketle yeni bir ayaklanma dalgası yakalama peşinde koşuyor.
Kürt siyasi hareketinin BDP dahil olmak üzere tüm unsurları bu strateji çerçevesinde hareket ediyorlar.
Yeni durum anlaşılmayı, bu ise her şeyden önce şiddet etrafındaki övgü siyaseti ya da acının alevlendiği duygu siyasetinden uzak durmayı gerektiriyor.
Siyasi akıl şiddeti marjinalize edecek hamlelere işaret ediyor.
Savaş kaybettiriyor...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.