Türkiye yaklaşık 30 yıldır PKK’ya karşı topyekun bir mücadele yürütüyor. Bu 30 yılın son 10 yılı AKP’nin tek başına geçti. AKP geçmiş hükümetlerin icraatından çıkarttığı derslere uygun olarak başlangıçta farklı adımlar attı; yeni taktik ve stratejileri hayata geçirdi. Bunların en önemlileri hiç kuşkusuz hem Abdullah Öcalan, hem de PKK ile düzenli bir şekilde görüşülmesi ve Habur’da karaya oturan açılımın başlatılmasıydı.
Açılımın durmasından belli bir süre sonra hükümete “1990’lı yıllara döndüğü” yolunda eleştiriler getirilir oldu. “90’lı yıllar” denince akla ilk olarak Tansu Çiller’in başbakan olduğu ve Kürt sorunu ile PKK söz konusu olduğunda “görünen” değil “görünmeyen” devletin öne çıktığı yıllar geliyor. (Faili meçhuller ve yargısız infazlarla geçen bu yılların sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmadığı gibi işleri daha da zorlaştırdığı kısa süre sonra ortaya çıktı)
Ortada, bitmek bilmeyen KCK operasyonları ve devletin bir türlü nasıl yaşandığını kamuoyuna açıklamadığı Uludere/Roboski faciası gibi iki kara delik bulunmakla birlikte AKP’nin 90’lı yıllara döndüğü ya da dönmek istediği iddialarının fazlasıyla abartılı olduğu açıktır.
PKK taşeron mu?
Bununla birlikte son dönemde yoğunlaşan PKK saldırılarıyla birlikte olup biteni anlama, kamuoyuna anlatma ve buna bağlı olarak çözüm yolları geliştirme açısından hükümetin geçmiş deneyimlerden kopya çekmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada iki hususun altını çizmek istiyorum: 1) PKK’yı dış güçlerin taşeronu olarak görüp gösterme; 2) Medyanın bir bölümünü ve bazı gazetecileri nerdeyse teröristlerden daha tehlikeli ilan etme.
Hükümet sözcüleri ve hükümete yakın bazı yorumcular PKK saldırılarının ardında Şam, Tahran, hatta Bağdat’ın bulunduğunu ima yoluyla, hatta bazen alenen söylüyorlar. Bu arada adları verilmeyen bazı “müttefiklerimiz”in de işin içinde olduğunu en yetkili ağızlardan duyuyoruz. Geçmişte de bu tür açıklamalar çok yapılmıştı ve hepsi de belli ölçülerde gerçeğin ifadesiydi. Şöyle ki PKK Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyada varkalmak için birbirinden farklı, hatta zıt devletler ve odaklardan destek aldı; Türkiye içindeki iktidar mücadelelerinden de sonuna kadar istifade etti.
Sonuçta PKK’nın destekçileri değişti ama örgüt eninde sonunda aynı kaldı. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de PKK’nın arkasında kimin, kimlerin olduğu bir yere kadar önemli ama bir aşamadan sonra pek bir anlamı yok. Bu türden açıklamalar, bu ülke topraklarında kök salmış bir örgütle mücadelenin yerinin esas olarak bu ülke toprakları olduğu gerçeğini örtmeye çalışmaktan başka bir işe yaramıyor ve bu saatten sonra bunu örtmeyi de beceremiyor.
Değişen kim?
PKK’nın son Çukurca saldırısının ardından bilinçli olarak yazı yazmadım. Ama bir gazetede, başka bazı gazeteci ve aydınlarla birlikte hedef gösterildim. Gerekçe belli: Kürt ve PKK sorunlarının içiçe geçmiş olduğunu ve bunların çözümünün ancak barışçıl yöntemlerle olabileceğini savunmam(ız). Bu türden hedef göstermeler başım(ız)a ilk kez geliyor değil. Ancak AKP hükümetinin de yavaş yavaş bu çizgiye doğru kaydığını gözlüyoruz. Başbakan’ın tekrar “bir kısım medya” söylemine dönmesi; bazı kurmaylarının kimi gazetecileri asılsız ve şaşırtıcı bir şekilde “PKK romantizmi” yapmakla suçlaması insana “biz bu filmi görmüştük” dedirtiyor.
Tabii bir de İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin var. Son olarak şöyle demiş: “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir. Bu çatışma İstanbul’da kalemle devam ediyor, İstanbul’da kitapla devam ediyor. Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada, Ankara’da yazılan yazıların bir farkı yoktur.”
Şahin isim vermemiş ama kimleri kastettiğini herhalde tahmin edebiliriz. Örneğin üç yıl önce, 1 Ağustos günü dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başkanlığında Ankara Polis Akademisi’nde toplanan “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” çalıştayına katılan, benim de aralarında bulunduğum gazetecilerin bir bölümünü herhalde kapsama alanına almıştır.
O yılda gazeteciler pek değişmedi ama içişleri bakanıyla birlikte AKP hükümetinin epey değişmiş olduğu muhakkak. Bu değişimi şöyle özetleyebiliriz: Üç yıl önce devlet “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” diye umut veriyordu, bugün “terörle mücadele iyi gidiyor” diyerek kamuoyunu yatıştırmaya çalışıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.