12 Eylül’ü izleyen, Özal’ın başbakan olduğu dönemde eski siyasî önderlerin siyasete dönebilme hakkının tanınması için referandum yapılmış (ne referandum konusu ama) ve onlar için bu yol açılmıştı. Bir zaman sonra Demirel açılan bu yoldan ilerleyerek bir kere daha başbakan oldu. 12 Eylül yıllarında Demirel “askerî darbe” konusunu enine boyuna incelemişti ama “etnik sorun” yaşayan toplumlarda ne yapıldığı konusunda dersini çalışmamıştı –zaten o tarihlerde fazla çalışacak ders birikmemişti. Bizler gene “Artık Kürtler konusunda reform yapılsın” diye yayın yaparken, Demirel bildiği “devlet adamlığı” sağduyusundan “silâhlar konuşurken reform olmaz” diye bir “vecize” çıkardı (“mealen” böyle bir şey söyledi).
Ne demekti bu? Şu demekti: PKK diye sahiden “kaka” bir “terörist” örgüt var. Bunlar silâhlı eylem yaparken biz hükümet (ya da devlet) olarak Kürt yurttaşlara, şimdiye kadar tanımaktan kaçındığımız bazı haklar tanırsak, Kürt yurttaşlarımız bunun PKK’nın verdiği mücadelenin sonucu olduğuna inanır. İnanınca da bu PKK’ya bağlanır, onu saymaya başlar, önderliğini kabul eder. Onun için, bu silâhlı mücadele devam ederken zinhar “Kürt hakkı” falan tanımayız, tanımamalıyız.
Katıl, katılma, bir mantık! Peki, sonra ne oldu? Sonra, Öcalan “yakalandı”; daha doğrusu, Amerikalılar Öcalan’ı ele geçirip Türk devletine teslim ettiler. Bundan sonra uzun bir süre silâhlar sustu.
Susunca ne oldu? Hiçbir şey olmadı. “Silâhlar konuşurken reform olmaz” diyen Demirel o zaman iktidarda değildi. Ama Kürtler’in baktığı yerden bakınca kimin iktidarda olduğu zaten çok önemli değil, çünkü temelde bir “devlet bakışı” var ve hükümet olan kim olursa olsun, o çerçeveyi benimsiyor, oradan konuşuyor.
Yani, “silâhlar”ın konuşması devlete meydan okumaktı. Onun için reform yapılamıyordu. Ama silâhlar susunca da reform yapılmıyordu. Niye? Devlet birtakım gerekçeler sıralayabilirdi: örgüt hâlâ dağda; vazgeçtiklerini nereden bilebiliriz vb? Kürtler açısından bu açıklamanın açıkladığı asıl gerçek şuydu: mutlak teslimîyet olmadıkça hiçbir şey olmaz! Peki, mutlak biçimde teslîm olursak, “bir şey” olacağının garantisi ne?
Ama, bu soru bir yana, bu siyasî tutumun bir içsel çelişkisi var. Son zamanlarda çeşitli yazılarda bu çelişkinin üstüne gidildiğini görüyoruz: varolan durumda, düzeltilmesi gereken bir şeyler var mı, yok mu? Söylenen söz, “silâhlar sussun, gereğini yaparız” anlamına geldiğine göre, var. Ne olduğu ayrıca tartışmalı olabilir, herhalde olacak da. Ama dil hakkı, özerlik vb. bir şeyleri zaten tartışıp duruyoruz. Bu alanlarda yapılması gerekeni yapmak yerine, öbür ucunda besbelli PKK’nın durduğu birtakım koşullar öne sürmek, “bu olmazsa şu da olmaz” demek, sorunu buraya çekmek, paradoksal bir biçimde de olsa, işi gene PKK’ya ihale etmek anlamına gelmiyor mu? Bu önermeleri yan yana, arka arkaya getirip bakınca, başka bir anlam çıkaramıyorum. Hele şu son zamanlarda açıklandığı ve görüldüğü gibi, Öcalan’la, PKK ile devlet arasında bazı temaslar, görüşmeler olmuşsa (ki ben bunların olmasından çok hoşnudum), anlaşılıyor ki, ne olacaksa, son analizde PKK’ya bağılı, PKK’nın ne yapacağına bakıyor.
Tabii bu sözlerin, söylemek istediğini söylediği varsayımı üstüne çıkarıyorum bu anlamı. Herhangi bir şeyi düzeltme (yani reform) iradesi yok aslında, PKK eylemleri de reform yapmamanın “mazereti” olarak kullanılıyorsa, bu durumda söylenecek bir şey yok, lafı uzatmanın bir gereği de yok.
Ama eriştiğimiz şu tarihte ve şu ruh ve zihin durumunda bunun böyle olduğuna inanasım gelmiyor. AKP hükümetinin görüşleri çok net olmasa da, düzeltilmesi gerekli birçok şey olduğunu kabul ettiğini sanıyorum. Ama bu böyleyse reform sürecini PKK’nın davranışlarına bağlama politikası mantıklı bir politika olmaktan çıkıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.