Geçen yıl başlatılan ve ilk açıklandığında toplumda büyük yankı uyandıran Çözüm süreci, aradan fazla bir zaman geçmeden tıkandı ve sonra giderek soğumaya terk edildi. 17 Aralık’tan bu yana ise Kürt sorunu ve ona ilişkin çözüm arayışları derin dondurucuya bırakılmış durumda.
17 Aralık’ın önemi, sadece bu tarihte AK Partiye karşı geniş kapsamlı bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başlatılmasından kaynaklı değil, daha önemlisi söz konusu operasyonun 30 Mart yerel seçim sürecine denk getirilmiş olması.
AK Parti 30 Mart yerel seçimlerini kendisi için bir hayat memat haline getirdi. Türkiye 7-8 aydan bu yana yerel seçimlere kilitlenerek bütün enerjisini bu alanda tüketti. Yerel seçim süreci yerel olmaktan çıkarak bir genel seçim havasına büründü. Ancak bir genel seçimde tartışılması gereken Türkiye’nin hiçbir sorunu bu süreçte gündeme gelmedi. 30 Mart yerel seçim sürecinde Kürt sorunu bir yana, ülkenin hiçbir temel sorunu doğru dürüst bir tartışma konusu yapılmadı. Koca bir seçim süreci karşılıklı kaset savaşları ve ‘paralel yapı’ tartışmaları gölgesi altında tüketildi gitti.
30 Mart seçimlerinin daha sağlıklı bir bilançosu çıkartılmadan, Türkiye, bu kez cumhurbaşkanlığı seçim sürecine girdi. Üstelik 17 Aralıkta ayyuka çıkan AKP-Cemaat arasındaki hesaplaşma henüz tümüyle kapanmamışken.
Öte yandan gerilim politikalarının bir siyaset tarzı haline getirildiği ve AK Parti’nin gerilimden fazlasıyla faydalanmakta bir hayli ustalaştığı bir gerçek. Bu açıdan bakıldığında AKP-Cemaat kavgasının yol açtığı gerilimin daha uzun bir süre Türkiye’de siyasi iklimi esir alacağını söylemek mümkün.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde CHP ve MHP cephesinden Kürt sorununa ilişkin bir açılım zaten beklenmiyor. AKP’nin ise seçim süreçlerinde Kürt sorununa ateşten bir top misali yaklaştığı deneyimlerle sabit. AKP, seçim süreçlerinde Kürt sorununa dokunmanın kendisi açısından Batı’da oy kaybına yol açacağını hesaplıyor. Söz konusu oy olunca, AKP Kürtlerden çok Batı’daki muhafazakâr ve milliyetçi oylara oynamayı daha kazançlı buluyor. Özetle bu dönemde AKP’nin cumhurbaşkanı adayı kim olursa olsun, Kürt sorununu gündemleştiren bir sürecin yaşanmayacağı ortada.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ise Türkiye genel seçim sürecine girecek. Başka bir ifade ile Türkiye bir yılını da genel seçim süreci atmosferi içinde tüketecek. Genel seçim sürecinde AK Parti’nin başvuracağı stratejinin ne olacağı ise şimdiden belli; anayasayı değiştirmek için mecliste gerekli çoğunluğu sağlamak. Bunun için belki de Kürtlere belirli mesajlar verme ihtiyacı ortaya çıkabilir. Ancak Türkiye’de iktidara oynamaya kararlı popülist her siyasal aktörün hesabını daha çok Türk seçmeni üzerine kurması kendi mantığı içinde kaçınılmaz. AKP’nin anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etmek için Kürtlerden çok Türk kesimine başvuracağına şüphe yok.
Bu tablo içinde Kürt sorunu bakımından 2016 yılına kadar kayda değer bir ilerleme beklemek -tümüyle imkansız olmasa bile- pek olası görünmüyor. Öte yandan AKP genel seçimlerde anayasayı değiştirecek çoğunluk peşinde koşarken, onun mevcut varlığını koruması bile şüpheli. Çünkü Tayyip Erdoğan’ı köşke göndererek onun birleştirici liderliğinden yoksun kalan bir AK Parti, bugünkü gücünü bile arar hale gelebilir.
Başka bir deyişle daha uzun bir süre Kürt sorununun çözümü yönünde ciddi bir gelişme beklemek oldukça zor. Hükümet cenahı Kürt sorunu bağlamında şimdilik silahları susturmayı kendisi için ciddi bir başarı olarak nitelendirmekte ve daha fazla zorlanmadıkça bununla yetinir görünmektedir. Bu konudaki eleştirilerin önünü cenazelerin gelmeyişi argümanı ile kesen hükümet, söz konusu çatışmasızlık durumunu topluma neredeyse çözümün kendisi olarak lanse etmeye çalışmaktadır. Ayrıca çatışmasızlık ortamının sağladığı görece istikrarın hükümet açısından büyük bir fırsat olarak algılandığı sır değil.
PKK’nin ise gelinen aşamada tekrar silahlı mücadeleye dönmesi ne mümkün ne de arzulanan bir durumdur. PKK’nin yeniden bir silahlı çatışma ortamı başlatması hükümeti ciddi bir biçimde zor duruma sokabilir. Ancak böyle bir sürecin ne PKK’ye ne de Kürt sorununun çözüm arayışlarına bir yararının olmayacağını tespit etmek zor değil.
Türkiye’de dondurucuya alınan sadece Kürt sorununun çözüm çabaları değil elbet. Ülkenin demokratikleşmesi de benzer bir durumla karşı karşıya. AB’ye üyelik çerçevesinde yapılması gereken reformlar uzun bir süredir askıya alınmış; siyasal partiler kanunu, seçim sistemi ve yüzde on barajına ilişkin yapılması beklenen değişiklikler geleceğe ertelenmiş durumda. Bu aşamada yeni bir anayasanın lafı bile edilmiyor. Mevcut meclisin yeni anayasa yapımı konusunda ortaya koyduğu ciddiyetten uzak ve tutarsız pratik nedeniyle bu yöndeki bütün umutlar tüketildi.
Bir sorunu ya da sorunları ertelemenin onları ortadan kaldırmadığını, aksine azdırıp daha da katmerli hale getirdiğini deneyimlerimizle biliyoruz. Kürt sorununun çözüm çabalarını ötelemek belki AK Parti’nin elini önümüzdeki iki seçimde rahatlatabilir. Ama bunun Kürt toplumunda sorunun barışçıl, demokratik ve eşitlikçi çözümüne ilişkin beklentileri zayıflatacağına kuşku yok. Bu durum toplumların içe kapanmasına, toplumsal ve siyasal aktörler arasında zaten çökme noktasına gelen diyalog zeminin daha da zayıflamasına yol açabilir. Halkların bir arada yaşamasına olan inanç, yerini herkesin ‘kendi başının çaresine bakma’ duygusuna bırakabilir.
Bu koşullarda Türkiye’yi Kürt sorununda harekete geçirecek başka enstrümanlara ihtiyaç var. Silahları tümüyle devre dışı bırakan, Kürt toplumunun en geniş kesimlerini kucaklayacak sivil, demokratik, barışçı ve giderek sivil itaatsizliği esas alan bir mücadele stratejisi ile devlet çözüm arayışlarına zorlanabilir. Kürt tarafının bu nitelikte ve genişlikte ortaya koyacağı bir mücadele tarzı ve hak talebinin hem Türk toplumundan hem de dışarıdan ciddi bir karşılık bulacağına kuşku yok.
Bu konuda bir yol almak bir yönüyle bütün Kürt siyasi aktörlerinin sergileyeceği yaratıcı performansa, öte yandan da PKK’nin mevcut mücadele stratejisini gözden geçirmesine ve geniş Kürt ulusal demokratik güçleri ile uzlaşmasına bağlı.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.