Saha çalışmalarında en popüler soru bugün seçim olsa kime oy verileceğidir.
Oranların zaman içindeki değişimine bakılır ve anın bir nevi fotoğrafı çekilmiş olur. Ancak bu tür cevaplar konjonktüre ve gündeme göre çok oynaktır. O nedenle, hele seçimlerden henüz uzakta iseniz, işin sosyolojisine bakmak çok daha anlamlı olabilir. Bu ise kimlik beyanlarını veri almayı ve herhangi bir partiye gidebilecek oyların sınırını belirlemeye çalışmayı ima eder. TESEV'in geçen eylül ayında Türkiye çapında gerçekleştirdiği çalışmada ‘sol' olarak toparlanabilecek olan tüm kimlik beyanlarının toplamı yüzde 36,5 olarak çıkıyor. Buradan BDP'nin ve küçük sol partilerin payını çıkarttığımızda CHP'nin var olan kimliksel duruşu üzerinden alabileceği azami oy oranı olarak yüzde 30'a geliyoruz. Diğer tarafta kendisini milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olarak tanımlayan kişilerin toplamından seçimlerde MHP'ye giden oyu çıkarttığımızda ise AKP'nin oyunun kabaca yüzde 41,5 olduğunu hesaplıyoruz. Oysa iktidar partisi uzunca bir süreden beri yüzde elli civarında seyrediyor. Bunun anlamı, AKP'nin kendi doğal kimliksel tabanının dışına çıkan bir toplumsal koalisyon oluşturmada başarılı olduğudur. Kimlik beyanları, AKP'nin yüzde elli oyu sabitleştirmek için iki ana kaynağa yanaşması gerektiğine işaret ediyor. Bunlardan biri yüzde 6,5 civarındaki demokratlar, diğeri ise MHP tabanının bir bölümü. Bu tablo, hükümetin Kürt meselesindeki tıkanma sonrasında niçin ‘milliyetçileştiğini' de açıklayabiliyor. Çünkü demokratların desteğini kaybederken hâlâ yüzde elliyi garanti etmenin başka yolu gözükmüyor.
Konda'nın gerçekleştirdiği çalışmanın en çarpıcı sonucu, Kürt meselesinin bugün bütün diğer konuları gölgede bırakan bir duruma geldiği. Bu mesele sadece hükümeti siyasi yalpalamaya sevk etmiyor, toplumun da geleceğe ve değişime Kürt meselesi referansı içinden bakmasına yol açıyor. Yeni anayasa bu açıdan bakıldığında geleceğe atılan bir çıpa, bir tür umut ışığı. Nitekim anayasadan asıl beklenenin Kürt meselesini çözmesi olduğu anlaşılıyor. Bu çözümün nasıl olması gerektiği konusunda büyük kırılmalar devam etmekle birlikte, görülüyor ki toplum Kürt meselesinin çözümünün yeni ve olumlu bir başlangıç olacağını düşünüyor. Daha da ilginci, kendisini ‘Kürt' veya ‘Türk' olarak tanımlayanların yanıtlarına baktığımızda, yeni anayasadan asıl beklentinin Kürt meselesinin çözümü olduğunu söyleyenlerin sırasıyla yüzde 59,4 ve 53,1 olduğunu görüyoruz. Yani çözüm isteği herhangi bir kimliğe atfedilebilir olmadığı gibi, her iki kimlikte de yüzde ellinin üzerinde.
Bu duyarlılık, siyasi ve toplumsal sistemin ilkesel niteliklerine ilişkin soruya da muhtemelen yansıyor. Çünkü ‘haksızlığa karşı adalet' şıkkı, diğer alternatiflerden öne çıkıyor (yüzde 32,5) ve ardından da ‘farklılıklar arasında eşitlik' geliyor (yüzde 25,2). Bu yaklaşımın geçmişin yanlışlarını düzeltmeye yönelik bir talep olduğunu öne sürmek mümkün. Buna karşılık ‘özgürlük' yüzde 17,8 ile üçüncü sırada yer alıyor ve belki de AKP yönetimi altında özellikle muhafazakâr kesimin kendisini daha özgür hissetmesini yansıtıyor. Ayrıca Türkiye'nin cemaatçi yapısının da özgürlükleri cemaat içi yaşanan bir olgu olarak somutlaştırmasının bu sonuçta etkili olduğu düşünülebilir. Ancak bu sorunun en çarpıcı yanı ‘bölünme ve yıkıcılığa karşı devletin bekası' şıkkının yüzde 16,8 ile en az tercih edilen olması. Buradaki ‘bölünme ve yıkıcılık' sözcüklerinin de doğrudan Kürt meselesine gönderme yaptığı dikkate alındığında söz konusu cevap daha da anlam kazanıyor.
Buradan Türkiye toplumunun ‘bölünme' korkusunu atlattığı sonucunu çıkarmak aceleci bir tutum olur. Nitekim çalışmanın diğer soruları hiç de böyle bir rahatlama olmadığını, ayrışma ihtimalinin hâlâ en yüksek tedirginlik vesilesi olduğunu ortaya koyuyor. Ne var ki toplumun genelinin artık bölünme ihtimaline karşı ‘devletin bekasını' savunmanın anlamlı olmadığını, belki de devletin beka kaygısının bölünme dürtüsünü beslediğini düşündüğünü söylemeyi mümkün kılıyor. Türkiye toplumu devletten vazgeçmiş değil… Hatta çoğu zaman çözümü devletten beklemeyi sürdürüyor. Ama devletin kendisini özneleştirerek toplumun karşısında konumlandırmasını da artık benimsemiyor. Diğer bir deyişle devlet yine makbul, ama değişmesi koşuluyla… Bu da bizi yeni anayasaya getiriyor, çünkü toplumun genelinde ‘yeni' devletin yeni bir anayasa çerçevesinde oluşturulması, belki de bir ‘sağlam kazığa' bağlanması isteği var.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.