Türkiye, 24 Haziran’da cumhurbaşkanı ve yeni parlamentoyu seçmek üzere sandığa gidiyor. Ancak bu kez yapılacak seçim, öncekilerden birçok yönüyle farklı özelliklere sahip. Her şeyden önce, Kasım 2019 olarak belirlenen normal tarihinden çok erken bir tarihte yapılıyor. Bu açıdan 24 Haziran seçimleri haklı olarak baskın bir seçim olarak nitelendiriliyor. 24 Haziran seçimlerini sorunlu kılan temel mesele bu seçimlerin OHAL koşullarında gerçekleştiriliyor olmasıdır. OHAL altında seçimlere gidilmesi daha işin başında seçimlerin meşruiyetini kaçınılmaz bir biçimde tartışmalı hale getiriyor.
24 Haziran seçimlerinin esas belirleyici özelliği, bu seçimde Türkiye’nin bir sistem değişikliğine gidiyor olmasıdır. Türkiye’de ilk kez hükümeti kurma yetkisine sahip bir cumhurbaşkanı seçimi yapılacak. Başka bir ifade ile önümüzdeki dönemde ülkeyi yönetecek hükümet parlamento içinde çıkmayacak. Seçilecek cumhurbaşkanı hükümeti parlamento dışında oluşturacak. Yeni düzenlemeye göre parlamento eskisine göre daha sınırlı yetkilere sahip ve büyük ölçüde işlevsiz kalacak.
Cumhurbaşkanlığı sistemi bu açıdan yeni bir duruma işaret etmektedir. Söz konusu sistem, esas olarak Kürt korkusuna karşı iktidar erkini tek elde toplayıp güçlendirme kaygısı üzerie geliştirilmiş bir rejim değişikliğidir.
O halde 24 Haziran seçimlerini iyi anlamak için cumhurbaşkanlığı sistemi tartışmalarının geçmişine ve bu ihtiyacın hangi koşullarda gündeme getirildiğine kısaca bakmakta yarar var.
Ne kadar geçmişe gitmeli?
Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan gelişmeleri, son dönemde artarak devam eden otoriterleşme eğilimini ve bütün bunların bir sonucu olarak gündeme gelen sistem tartışmalarını anlamak için 2014 yılının ortalarına gitmek mümkün.
2009 yılında başlayan Açılım Süreci ve bu girişimin devamı olarak 2013 yılının başında hükmet tarafından başlatılan Çözüm Süreci, Kürt sorununun barışçıl çözümü için yeni umutlara yol açtı. Bu süreç giderek toplum tarafından benimsendi ve sorunun siyasal çözümü yönünde büyük bir enerji ortaya çıkardı. AKP hükümeti Çözüm Süreci ile PKK’yi silahsızlandırmak istiyordu. Hükümetin çözüm vizyonu silahların susturulması ile sınırlıydı. Ancak ortada bir handikap söz konusuydu. AKP iktidarı silahları susturarak Kürt sorununun çözeceğini düşünürken, cin şişeden çıkmış, Kürt sorunu beklenmedik bir biçimde siyasal bir boyuta evrilmişti.
Bu durum hükümeti ürktü.
2014 yılının haziran ayında IŞİD’in önce Irak’ta ve ardından da Suriye’de sahne alması bölgesel denklemleri bir anda altüst etti. Aynı yılın ortalarında IŞİD’in Kobani’ye yönelmesi Kürt meselesini bir anda dünyanın ve Türkiye’nin bir nolu gündemi haline getirdi. Kobani ekseninde Ortadoğu ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler Türkiye’nin gözünü daha da korkuttu.
Türkiye, Kürt meselesinde yaşanan bu hızlı gelişmeleri kendisi için tehdit olarak algıladı. Son birkaç yıldır iktidar ve ortağı MHP tarafından dilendirilen “beka sorunu” denilen şey esas olarak söz konusu Kürt tehdidi algısı üzerine inşa edildi. Bu korku tümüyle nedensiz değildi. Gerçekten de Kürtler yükseliyordu. Kürtler Güney Kürdistan’da federe bir statüye kavuşmuştu. Türkiye’de Kürt meselesi siyasallaşma yönünde hızla evriliyordu. Suriye’de Kürtler Kobani direnişi ile önemli bir prestij edinmişlerdi. Üç ülkede de Kürtlerin yıldızı parlıyordu. Eğer bölgedeki herhangi bir ülke Kürtlerin bu yükselişini kendisi için bir tehdit olarak tanımlıyor ise, bu tanıma göre adı geçen ülkenin bir “beka sorunu” ile karşı karşıya olduğu sonucuna varmak zor değildi. AKP hükümetinin yaptığı tam da buydu. Kürtlerin özgürlük yönündeki ilerleyişlerini kendisi için bir tehdit olarak nitelendirdi ve bundan yola çıkarak bir “beka sorunu” kavramı geliştirdi.
2015 yılında yeniden başlayan çatışmalı süreç, Türkiye’nin Kürt meselesindeki yeni konumlayışı ile doğrudan ilişkiliydi. Aynı yılın içinde PKK’nin başvurduğu hendek ve barikat savaşı hükümetin yeni stratejisini hayata geçirmesini kolaylaştırdı.
Türkiye’nin Kürt karşıtı konumu ve bundan ürettiği tehdit algısı iç siyasette zincirleme politika değişikliklerine yol açtı. İçerde ve dışarda tehdit altında olduğunu, bir “beka sorunu” ile karşı karşıya bulunduğunu iddia eden bir Türkiye, bu türden kapsamlı bir tehditle ancak güçlü bir liderlik rejimiyle baş edebilirdi. Bunun için bütün iktidar gücünün tek elde merkezileştiği/toplandığı, yasama, yargı ve basın erklerinin işlevsiz kılındığı bir sisteme ihtiyaç vardı. Bugün uygulanmak istenen cumhurbaşkanlığı sistemi tam da böyle bir belirlemeden yola çıkılarak gündeme getirildi.
İlginçtir bu ihtiyacı ilk hissedenlerden biri MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Devlet Bahçeli’nin refleksleriyle Türk devletinin geleneksel refleksleri örtüşmüştü. 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı sistemi ile ilgili referanduma gitme teklifinin Devlet Bahçeli’den gelmesi bu açıdan kimseyi şaşırtmadı.
15 Temmuz darbe girişimi AKP-MHP ortaklığının stratejisinin hayata geçmesi için uygun bir zemin oluşturdu.15 Temmuz darbe girişiminin gerçekleştiği gece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbe girişimini bir “lütuf” olarak nitelendirmesi bir tesadüf değildi.
15 Temmuz darbe girişimi lütfu
15 Temmuz darbe girişimi berberinde iki sonuç ortaya çıkardı.
Birincisi, bu süreç AKP ve MHP’yi birbirine yaklaştırdı, ama daha çok ulusalcı, tekçi ve Türkçü devlet geleneği ekseninde. Söz konusu tekçi blok o günden bugüne giderek kaynaştı ve 24 Haziran seçimlerine “Cumhur İttifakı” şeklinde girme kararı aldı
İkincisi, devletin Kürt karşıtlığı temelinde yeniden inşası için muhalefetin hizaya sokulması, farklı seslerin ifade edilebildilmesine imkan veren demokratik zeminin ortadan kaldırılması gerekiyordu. 15 Temmuz darbe girişimi bu planın hayata geçirilmesi için elverişli bir konjonktür oluşturdu. Darbe girişiminden hemen sonra ilan edilen OHAL sistemi ve devreye sokulan KHK’ler ile hem Kürt hareketi hem de demokratik muhalefet iyice budandı.
Üzerinde düşünülen ama bir türlü toplumsal destek sağlanamayan cumhurbaşkanlığı sistemi tam da bu koşullarda kotarıldı. 16 Nisan’da referanduma götürülen cumhurbaşkanlığı sistemine ilişkin anayasa değişikliği kıl payıyla ve derin bir toplumsal kutuplaşamaya yol açarak kabul edildi. Onaylanan anayasa değişikliği paketinin bazı maddeleri 16 Nisan’dan hemen sonra hayata geçirilirken, yeni sistemin bir bütün olarak uygulamaya sokulması önümüzde yapılacak seçimler sonrasına bırakıldı.
Bu arada AKP’nin ve sonradan MHP’nin katılımıyla genişleyen Kürt karşıtı cephenin Kürt halkının bölgesel düzeydeki kazanımlarına karşı saldırıları geçen dönemde artarak devam etti. Bu karşıtlık en açık biçimiyle 25 Eylül 2017’de Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumunda ortaya çıktı. Türkiye, 25 Eylül’de yapılan bağımsızlık referandumuna karşı açıktan cephe aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kürdistan Bölgesi’ni ekonomik ambargo uygulamak ve sınırları kapatarak bölge halkını aç bırakmakla tehdit etti. Daha sonra Kürdistan’a uygulanan siyasi ve ekonomik ambargolara açık destek verdi. 25 Ekim’de İran ile birlikte Kerkük ve diğer bölgelerin Irak ordusu tarafından işgal edilmesi girişimine doğrudan ve dolaylı katkı sundu.
Afrin’e gerçekleştirilen işgal hareketi ise yeni sayılır. Türkiye, bu hareket için PKK varlığını gerekçe olarak gösterse de esas amacın Kürtlerin Suriye’de ulusal haklarına kavuşmasını engellemek olduğu açıktı.
Öte yandan AKP iktidarı gelecekte de Kürt karşıtı politikasını ısrarla sürdüreceği yönünde mesajlar vermeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoağan, her vesileyle Afrin operasyonu ile yetinmeyeceklerini, Suriye Kürt Bölgesi dahil, Şengal ve Kandil olmak üzere kapsamlı operasyon hazılıkları içinde oldukarının altını çizyor.
Özetle 24 Haziran seçimlerini doğru tahlil etmek, konuyu ancak bu genel çerçeveye oturtarak mümkündür.
24 Haziran seçimlerini doğru anlamak
Yukarıda çizilen çerçeve içinde 24 Haziran seçimleriyle ulaşılması öngörülen hedefin Kürt korkusu üzerinden projelendirilen bir sistemi inşa etmek olduğu açıktır. Cumhurbaşkanlığı sistemi “Kürt tehdidi” ile baş etmek üzere dizayn edilmiş güçlü tek adam rejimidir.
24 Haziran seçimlerine ilişkin altı çizilmesi gereken birkaç nokta daha var.
Bunlardan ilki yukarıda kısaca belirtildiği gibi seçimlerin öngörülenden çok daha erkene alınmasıdır. Normalde cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin Kasım 2019’da yapılması öngörülüyordu. Derken MHP lideri Devlet Bahçeli seçimlerin 26 Ağustos 2018 tarihine alınması yönünde ani bir çıkışta bulundu. Bu çıkışın ardından MHP ve AKP liderleri arasında yapılan görüşme sonucunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim tarihinin 24 Haziran 2018 tarihine alındığını kamuoyuna açıkladı.
Elbette daha önce de AKP’nin bir erken seçime gidebileceğini öne sürenler olmuştu. Ancak hiç kimse seçimlerin bu kadar öne alınabileceğini öngörmemişti. AKP iktidarı, sürecin her geçen gün kendi aleyhine işlediğini görmüş, içerde ve dışarda koşulların giderek kötüye gittiğini fark etmiş, olası gelişmeler onu daha çok yıpratmadan önce erken bir seçime gitmeyi kendi yararına bulmuştu. Diğer bir neden de seçimleri öne almakla iktidar blokunun muhalefeti hazırlıksız bir pozisyonda yakalamayı amaçlamış olmasıydı.
Erken seçim kararı sadece baskın ve fırsatçı bir seçim anlamına gelmiyordu, aynı zamanda demokratik bir seçim mantığına aykırı bir tutumdu. Gerçek anlamda özgür, adil ve demokratik bir seçimden söz etmek için bütün siyasal aktörlerin siyasi vaat ve programlarını özgür ve açık bir şekilde ifade edecek koşullara ve yeterli bir süreye sahip olmaları gerekir. Benzer demokratik şartlar ve makul bir süre ihtiyacı yurttaşların siyasi tercihlerini özgür bir şekilde oluşturmaları için de gerekli bir koşuldur.
Başka bir ifade ile seçimlerin bu denli öne alınması 24 Haziran’da yapılacak seçimlerin demokratik, yarışmacı ve adil olma özelliğini daha işin başında tartışılır hale getirdi.
24 Haziran seçimlerini tartışmalı kılan diğer bir özellik, yukarıda altı çizildiği, bu seçimlerin OHAL koşullarında yapılıyor olmasıdır. OHAL, adından da anlaşıldığı gibi normal işleyen demokratik bir süreçten sapmayı ifade etmektedir.
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen askeri darbe girişimi ardından AKP hükümeti OHAL yönetimini ilan etmiş ve OHAL’in devlet içindeki darbeci unsurlara karşı işletileceğini kamuoyuna açıklamıştı. Ancak geçen süre içinde OHAL sistemi başlangıçtaki amacından çıkarak demokratik muhalefete karşı bir kıyım rejimine dönüştü. OHAL hukukundan üretilen Kanun Hükmünde Kararname (KHK’lar) aygıtı ise iktidarın her türlü keyfi ve antidemokratik uygulamaları için fütursuzca kullanıldı.
Geçen dönem içinde OHAL koşulları ve KHK’lere dayanarak on binlerce insan siyasi görüş ve inançlarından dolayı gözaltına alındı, tutuklandı, işten uzaklaştırıldı ya da işinden çıkartıldı. Kürdistan’daki yüzlerce belediyeye kayyum atandı, HDP’nin onlarca milletvekili düşürüldü ya da tutuklanarak ağır hapis cezalarıyla cezalandırıldı. Gelinen aşamada Türkiye’de klasik anlamda demokratik bir süreçten söz edilemez. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü zemini büyük oranda tahrip edilmiş, iktidarın oluşturduğu baskı, korku ve tehdit iklimi nedeniyle toplum önemli oranda sindirilmiş durumda.
OHAL sistemiyle demokratik kazanımların tahrip edildiği, siyasal zeminin bunca daraldığı bir dönemde 24 Haziran’da yapılacak seçimlerin meşruluğunun tartışılması kaçınılmazdır.
Başka bir ifade ile 24 Haziran seçimleri taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bir ortamda gerçekleştiriliyor.
Uluslararası düzeyde de bu yönde sıkça uyarılar yapılmaktadır. 24 Nisan’da toplanan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi OHAL koşullarında düzenlenecek seçimlerin “Avrupa kriterlerine uymayacağı” gerekçesiyle Türk hükümetine 24 Haziran seçimlerini erteleme çağrısında bulundu. Benzer bir uyarı da BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nden geldi. Yüksek Komiser Zeid Raad El Hüseyin Türk yetkililerine çağrıda bulunarak OHAL’in kaldırılmasını, aksi halde bu koşullarda adil seçim yapılmasının mümkün olmadığını dile getirdi.
24 Haziran seçimlerinin yol açtığı kutuplaşma
Türkiye 24 Haziran seçim noktasına Kürt korkusu algısı üzerinden geldi. AKP ve MHP süreci adım adım örerek bu noktaya getirdi. 16 Nisan’da birlikte referanduma gidildi. Referandumun hemen ardından MHP, yapılacak seçimlerde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını destekleyeceğini açıkladı. Seçim ittifaklarına imkan veren yasal düzenemeler iki partinin işbirliği ile gerçekleşti. Son olarak iki partinin ortak girişimiyle erken seçim karar alındı.
Mevcut durumda 24 Haziran seçim sürecinin başat odaklarından biri AKP ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifak’dır. Bu ittifak Büyük Birlik Partisi’ni de içine alarak son şeklimi aldı.
Cumhur İttifakı 1970’li yılların Milliyetçi Cepheleri’nin günümüze uyarlanmış şeklinden başka bir şey değildir. Temel stratejisi korku, şiddet ve otoriterleşme üzerine inşa edilmiştir. Sadece Kürt sorununda değil genel olarak kutuplaşma ve ötekileştirmeyi bir varlık siyaseti haline getirmiş durumdadır.
Öte yandan Cumhurbaşkanlığı sistemi olarak öngörülen şeyin dünyada bir benzeri yok. Amaç, kuvvetler ayırımı yerine bütün iktidar gücünü tek elde toplayan; yasama, yargı, basın, sivil toplumu cumhurbaşkanına bağlayan bir tek adam rejimidir. İddia edilenin aksine söz konusu sistem istikararı sağlamaktan çok demokrasiden uzaklaşmayı ifade eden ve sisyasl sistemi hızla otoriterleşmeye sürükleyen bir bir niteliğe sahiptir.
Cumhrubaşkanı Erdoğan ve Bahçeli izledikleri çatışmacı, kutuplaştıcı ve ötekileştici dil ile yandaşlarını kenetlemeye çalışırken, paradoksal bir biçimde kendi karşıtlarını birleştirme zeminini de kendi elleriyle hazırladılar.
CHP, İyi Parti, Saadet ve DP’nin oluşturduğu Millet İttifakı bir bakıma iktidar blokuna bir tepki olarak gündeme geldi. Tek hedefleri AKP iktidarını devirmek olan bu blokun Kürt sorunu, demokrasi ve toplumun diğer temel sorunlarına ilişkin kayda değer bir çözüm önerileri yok. Tersine Türk toplumunun milliyetçi duygularını kaşımakta karşı cephe ile yarışıyor görünüyorlar.
Bu tablo içinde dikkat çekici nokta şu: AKP-MHP bloku varlık nedenini Kürt korkusuna dayandırırken, karşıt blok da iktidarın oluşturduğu bu yöndeki algıya teslim olmuş, Kürt aktörlerle arasına özenle bir mesafe koymuştur. Başka bir ifade ile Kürt siyasal aktörlerine cüzamlı muamelesi yapılmakta, Kürtlerle yan yana görünmemek için özel bir çaba sarfedilmektedir.Özetle her iki blokun ne Türkiye’nin demokratikleşmesine, ne de Kürt sorununun çözümüne ilişkin belirgin bir çözüm perspektifi söz konusu değildir.
CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin belli bazı çıkışları olsa bile, bunların bütünlüklü bir siyasi çözüm projesi çerçevesinde dile getirildiğine dair somut veriler bulunmamaktadır.
Koşulların birliğe zorladığı Kürt tarafı
Peşpeşe elde ettikleri kazanımların ardından Kürtler son birkaç yılda Ortadoğu düzeyinde düşmanlarının yoğun saldırılarına maruz kaldı. Türkiye’de son iki yılda yaşananlar içaçıcı olmaktan uzaktır. Kürt halkının geçmişte elde ettiği mevzilerin çoğu gasp edilmiş, geriye kalanları ciddi tehdit altındadır. 24 Haziran seçimlerine ağır baskı ve kuşatılmışlık koşullarında gidilmektedir.
HDP ne denli kendisini başka türlü göstermeye çalışsa da Türk devleti ve siyasi aktörleri tarafından bilinçli bir biçimde dışlanmaktadır. Ayrıca karşılaştığı yoğun oprerasyonlar nedeniyle iyice etkisiz hale getirildi. Yüzlerce belediyesine kayyum atandı, onlarca milletvekili tutuklandı ya da düşüürldü, binlerce kadrosu tutuklanarak işlevsiz bırakıldı.
Bütün bu nedenlerden dolayı HDP açısından yüzünü Kürtlere çevirmek dışında bütün kapılar kapandı.
Geriye kalan diğer Kürt partileri de yoğun bir baskı, sayısız yasal ve idari bariyer ile kuşatılımış durumdadır. Ayrıca bu partilerin seçimlere girme imkanları ellerinden alınmıştır. Koşullar bu aktörler bakımından da işbirliği, seçimde ittifak ihtiyacını yakıcı hale getirdi.
Söz konusu koşullarda arzulanan ve olması gereken şey Kürt tarafının üçüncü bir blok olarak seçime katılmasıydı.
Bu yöndeki ilk ve anlamlı girişim Kürdistan Seçim İttifakı altında bir araya gelen PSK, PAK, Azadi, PDK ve PDKT’den geldi. Bu beş parti ve oluşum 2 Mayıs 2018 tarihinde yaptıkları bir açıklama ile kapsamlı bir Kürt seçim işbirliğine temel teşkil edecek bir deklarasyonu kamuoyu ile paylaştılar. Ardından HÜDA PAR ve HDP ile görüşmelere geçildi. HÜDA PAR ve HDP’yi kapsayan genişlikte bir seçim ittifakı fikri Kürt kamuoyunda olumlu bir yankı yarattı. Geçmişte yaşanan sorunları aşarak adı geçen iki parti arasında dolaylı bir diyalog zemininin oluşması toplumdan destek gördü.
Ne varki kapsamlı bir Kürt Seçim İttifakı’nı oluşturma girişimi toplumun yoğun beklentisine karşın sonuçsuz kaldı.
HDP ile HÜDA PAR’ı bir seçim ittifakı çatısı altında bir araya getirmek mümkün olmadı. HÜDA PAR Kürdistan Seçim İttifakı ile bir seçim işbirliğine yanaşmadı. Kürdistan Seçim İttifakı’na olumlu yaklaştığını belirten HDP ise yapılan birkaç görüşmeden sonra hedeflenen seçim işbirliğine hazır olmadığını gösterdi.
Bütün bu yaşananlar bir gerçeği bir kez daha net olarak ortaya koymaktadır. Her hangi kapsamlı bir Kürt birliği, HDP ve HÜDA PAR dışında güçlü bir Kürt siyasi odak oluşturulmadan mümkün değildir. HDP ve HÜDA PAR gibi yapıları ciddi, kapsamlı ve dengeli bir işbirliğine zorlayacak faktör, böylesi bir siyasi aktörün oluşmasından geçmektedir. PSK, PAK, PDK, Azadi ve PDKT’den oluşan güçbirliği bu açıdan bir başlangıç olabilir. Kürdistan Seçim İttifakı adı altında bir araya gelen siyasi yapılar 24 Haziran seçimlerine ilişkin ortaya koydukları ilkesel tavır ile siyasi alanda ses getirmeyi başardı, ortak ve uyumlu çalışmanın bir örneğini ortaya koydular.
2019 Mart ayında yapılacak yerel seçimler söz konusu Kürdistani dinamiğin pratik sahada kendi rüştünü ispatlaması ve Kürt toplumuyla buluşması için bir fırsat oluşturabilir.
Bu yönde ileriye doğru bir adım atmak için hiçbir zaman geç değildir.
Öte yandan 24 Haziran’da nasıl bir siyasi tablo ortaya çıkarsa çıksın, Türkiye’yi çok daha derin ve yapısal bir kriz dalgası beklemektedir. Son birkaç yılda Türkiye’nin içine girdiği çatışmalı ve otoriterleşme sürecinin yol açtığı tahribatları onarmak sanıldığı kadar kolay değildir. Ekonomik alanda artarak derinleşen kriz toplumu hızla bir yıkımın eşiğine sürüklemektedir. Türkiye sosyal, siyasal, diplomatik ve askeri alanda topyekün bir çöküntü ile karşı karşıyadır.
Dahası Kürt ve Kürdistan meselesi hem içerde hem de dışarda Türkiye için başedilemez bir duruma gelmiştir. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin gidişatını onun bölgesel düzeyde Kürt meselesinde alacağı tutum belirleyecektir.
Kürt hareketi, özel olarak Kürdistan dinamiği söz konusu tarihsel meydan okuma sürecine şimdiden hazırlıklı olmalıdır.
Bu yazı Deng Dergisi'nin 110. sayıda yayınlanmıştır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.