Mahmut Tanrıkulu, benim Diyarbakır cezaevinden koğuş arkadaşımdı, PKK’den yargılanıyordu.
PKK’yi koğuşta o temsil ediyordu ve bizim gibi PKK’li olmayanlara karşı her zaman içten, her zaman saygılı bir tavır içindeydi. Koğuşun sahibi gibi davranıyor ve bize adeta misafir muamelesi yapıyordu.
Ne bu saygı ne de Mahmut’un insanlığı unutulacak gibi değil doğrusu.
Tanrıkulu Diyarbakır cezaevinden, sanırım 1989’da tahliye oldu, dağa çıktı ve çok geçmedi, 1990 yılında, Kerboran’da –Dargeçit– bir çatışmada öldürüldü.
PKK’nin, korucu köylerine baskınlar yaptığı ve şimdi olduğu gibi ‘adres tanımayan kurşunların’ gelip sivilleri peş peşe vurduğu zamanlardı.
Tanrıkulu bir gazeteye mi konuşmuştu, mahkemede savunma yaparken mi söylemişti, şimdi hatırlayamıyorum, ama onun ağzından çıkmış şu sözleri medya manşetlere taşımıştı:
“Kurşun adres tanımaz!”
Doğrusu, o günün koşullarında, bu sözler insana sahici sözler gibi geliyordu..
Ne yalan söyleyeyim, dışarıdayken silahlı mücadeleyi ret eden biri olarak, ben dahi, Diyarbakır cezaevini yaşadıktan sonra, kaldığım koğuşun siyah-beyaz televizyonunu seyrettiğim bir akşam vaktinde, haberini aldığım Eruh ve Şemdinli’de patlayan ilk kurşunlara, adresi ve hedefi belli olan bu kurşunlara açıkçası sevinmiştim.
Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçti, adres soran ve sormayan kurşunlar arasındaki ayrım, yavaş yavaş sona erdi.
Bu savaşın fazlasıyla kirlendiğini bilmeyen, duymayan kalmadı..
Oysa, Kürt siyaseti ve Kürt toplumu, asıl olarak şiddeti sorgulayacağına, hâlâ adres soran ve adres sormayan kurşun ayrımında dolanıp duruyor.
Adres soran kurşunların mesafesini, hedefini ayarlayabilse gerillalar, ve o kurşunlar 20’li yaşlarını süren Yozgatlı, Urfalı, Malatyalı, Adanalı polisin ve askerin göğsüne saplansa sorun olmayacak, ‘ulusal savaşımız’ tertemiz kalacak, meşruluğunu korumuş olacak, savaş hukukuna bağlı olduğumuz görülecek ve kirlenmemiş bir savaşa sahip olacağız sanılıyor.
Bütün mesele bir üniforma mı yani?
Bütün mesele, Kürdün de Türkün de giydiği o asker veya polis üniforması mı Allah aşkına?
O üniformaları giyen Kürtlere ve Türklere sıkılan kurşunun hukuku var da, sivile sıkılanın mı yok?
Bu tamamen bir yanılsamadır ve gerçek olan şu ki, ‘kuşatılmışlık’ duygusu, bir felakettir ve bu duyguya kapılan uluslar, kendileri için bir gelecek olmadığına inanırlar.
Kapana kısılmış gibi hissetmektir kuşatılmışlık.
Etrafın düşmanlarla dolup taştığına kendisini inandırmaktır.
Bu duygunun sarıp sarmaladığı uluslar kolay kolay iflah olmazlar, ve başlarını belalara sokup dururlar.
İsrail’in şu an içinde bulunduğu durum budur.
İsrail’i yönetenler o kadar kötü yönettiler ki, dün Siyonizm’i savunan ve İsrail devletinin kuruluş aşamasında, her biri makbul birer ulusal kahraman olan, Yahudi entelektüeller, aydınlar, dünyaca tanınan yazarlar, romancılar; şimdi, İsrail için Ortadoğu’da bir gelecek olmadığını yazıp duruyorlar.
Oysa her şeye rağmen, bu dünyada herkes için bir gelecek, herkes için bir umut ve yaşanılası bir hayat var.
İsrail için de bir gelecek ve bir umut var kuşkusuz. Ama bunun için, İsrail’in Filistin topraklarında, daha İsrail kurulurken, hayata geçirdiği şiddet, işgal ve katliam politikalarıyla yüzleşmesi ve işgal sırasında olup bitenleri korkusuzca sorgulaması gerekir.
İsrail’in geleceği, kuşatılmışlık duygusundan ve geleceksizlikten kurtulması, kendi tarihiyle yüzleşmesinden geçiyor.
Kürt sorununda geldiğimiz aşama da bu değil mi zaten?
Devlet, bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca bir saplantıya, bir iflah olmaz sendroma bir paranoyaya dönüştürdüğü Kürt kimliğiyle yüzleşiyor.
Devleti yönetenler, inkâr ve imha politikalarının yol açtığı enkazın önünde durmuş kara kara düşünüyor şimdi..
Bir enkaz ki, anlatmaya yürek dayanmaz!
Milli Güvenlik Kurulu’nda benimsenen kararların verdiği cesaret ve taammüt sonucu işlenen binlerce cinayet, gözaltında kayıplar, yakılıp yıkılan Kürt köyleri, cezaevi katliamları, Müslüman olmayan halktan kişilerin hunharca katledilmesi..
Son Kürt isyanından geriye kalan 50 bin ölü.. 1915, 1938 ve daha başka felaketler..
Türkiye tarihiyle yüzleşerek ilerliyor, ama bir yandan da bu netameli tarihin ve inkârın yol açtığı savaş da can almaya devam ediyor.
Kürtler kendi savaşlarıyla yüzleşmek ve şiddeti sorgulamak istemiyorlar hâlâ!
Daha savaş bitmedi zamanı değil, hele bekleyin diyorlar!
Ama bir yandan da, savaşa devam etmek için olsa gerek, “tasfiye ediliyoruz, kuşatılıyoruz, Ortadoğu yeniden şekillenirken, ABD ve AB bizim tarihsel ilerleyişimizi durdurmak istiyor” demeye başladılar.
Meclise gelecek cesareti gösteremeyen Kürt vekiller, önlerine daha büyük, akıl almaz hedefler koyuyor ve devletsiz halkları NATO’ya karşı mücadeleye çağırıyorlar.
Kürt medyası, Suriye, İran ve PKK arasında kurulacak Kürt-Şii ittifakının ne kadar da elzem olduğunu gösteren yazılar yayınlıyor.
Diyarbakır’da toplanan Kürdistani Konferans’ta Kürt siyasi liderlerin verdiği mesajlar, Kürtlerin nasıl da derin bir kuşatılmışlık hissiyle dolu olduğunu gösteriyor..
Kürt siyaseti, her nasıl bir kadersizlikse ve her nedense, hep Kürtlerin aleyhine dönen bir dünyada çareyi ulusal birliği inşa etmekte görüyor.
Ulusal Birliğin önünde ise aşılması gereken engeller var tabii!.
Bu genç yaşında ne gibi ihanetlere uğramış bilmiyoruz, ama genç bir Kürt lider aynı konferansta, Kürt toplumundaki, ihanetleri hatırlattı, bu ihanetlerle mücadeleden bahsetti..
Hain kim, siyasi tercihleri, sosyolojisi hızlı bir değişim içinde bulunan bir halkın arasına dalıp kime hain diyeceğiz, kime ulusal kahraman diyeceğiz, bu genç lider, bu konuda bir şey söylemedi, ama onu da, yani hainlerin kim olduğunu da, KCK bildirileri, Botan Eyalet Meclislerinin bildirileri söylüyor zaten!
Altmış yaşıma geldim, düşünüyorum da, sivil Kürt siyasetinin yarattığı bu atmosfer içinde, 15-20’li yaşlarda ve Kürdistan’da yaşayan bir genç olsaydım, hiç tereddüt etmez dağa çıkardım!
Değerli hemşerim, Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın da atacağım kurşunun adresini bana hatırlatmasından hiç mi hiç hoşlanmazdım!
Tan, kurşunun adres soranını arıyor hâlâ!
Oysa, ‘adresi belli’ kurşuna karşı çıkmadan, yolunu daha da şaşırmış, ‘adresi belli olmayan’ kurşuna karşı çıkmanın hiç bir faydası yoktur artık.
Adresi belli kurşunlar, işgalcilere sıkılmıyor çünkü, memleket işgal altında değil!
‘Adresi belli kurşunlar’ aynı sokaklarda büyüyen, aynı okullarda okuyan, aynı dili konuşan, aynı dini paylaşan gençlerin, eğer dağlarda, sokaklarda bu kadar çok ölüp gitmeseler, nikâhları birbiriyle kıyılacak olan gençlerin bedenine saplanıp duruyor.
Adresi belli kurşunun hiçbir gerekçesi kalmadı bu ülkede.
Ne kolektif haklar, ne demokratik özerklik, ne bağımsızlık..
Bunların her birini elde etmenin yolu, adresi belli kurşunların sayısını arttırmaktan yani daha fazla polis ve daha fazla asker öldürmekten ve öldürürken misliyle ölmekten geçmiyor..
Kürt aydını ve Kürt siyasetçisi tarihe karşı sorumludur.
Adresi belli kurşunun sahibine yani PKK’ye savaşma demeyi ahlaki bulmuyoruz diye alınan kararları onaylayıp, sonra da bu kurşunlar yolunu şaşırıp, Nergis, Zeynep, Kevser ve Nurcan’ı vurduğunda, kâbustan uyanır gibi davranmanın faydası yok..
Olmadığını anlamak için bir yıl önceki Meymuniyê katliamını hatırlamak gerekiyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.