İki kırılma noktası: 2001’deki İkiz Kule saldırısı, 2011’le birlikte Suriye ve Irak’a ihraç edilen DAİŞ tedhişi... Birincisinde, Asya’nın kalbi, ikincisinde ise Ortadoğu’nun kalbi işgale uğradı. İşgalci: ABD ve hempaları; diğer adıyla emperyalist blok... Asya’ya nüfuzuna “el-Kaide”yi, Ortadoğu’ya ise “Daiş”i gerekçe gösterdi. Neymiş, aşırı şiddet ve tehdit unsurlarıymış... Doğrusu ise, her ikisi de kendisinin Truva Atı. “İslâmî” söylemlerle şiddetin icrası, emperyalizmin uzun yıllara dayanan bir projesi. Tedhişçi örgütler ise, bu işin taşeronu ya da figüranı... İmanımız budur, gayrısı, fasa-fiso...
Evet, Asya’ya ve Ortadoğu’ya yuvalanan Emperyalizm, bu günlerde bize de komşu oldu. Neymiş, Daiş’le muharebe adına Kürtlerden istimdat edeceklermiş. Hatırlayın o günleri, “Irak’ı özgürleştirme” adına 2003’te başlattığı İkinci Emperyalist Savaşı’nda, on binlerce masum Iraklıyı katletmişti. Hem de en vahşiyane taktiklerle... Şimdi aynı sinsiliği, Suriye’de sergilemektedir. Ve maalesef, etkin ve yetkin konumda olanlar ise, sadece izlemekle yetiniyorlar. Demek istediğim o ki, yanlış ve yıkıcı siyasetler, bizi emperyalist canavarlarla komşuluğa razı etmektedir. Daha açık söyleyeyim; Kürdlerin basit taleplerine “hayır” diyenler, emperyalizmin dayatmalarına “evet” demek üzereler.
Binlerce teessüf ki, tamamen insanî ve İslâmî olan bu taleplere muhatap olanlar, Müslüman halklardır ya da onları temsil makamında olanlardır. Emperyalizmin, “mezhep” ve “etnisite” üzerinden yürüttüğü bu bariz projelere rağmen, hala “millî” ve “mezhebî” taassuplara yatmak, kim bilir, bu coğrafyaya daha nice felaket ve helâketleri yaşatacaktır. Çünkü bu canavarın “yeter” diyeceği yok gibidir; diş ve pençelerinin kirasını da isteyecektir. Ülkem adına önerim; Kürt Meselesinin, ivedilikle ve aklıselimle çözülmesidir. Referansımız, İslâmî ve insanî(evrensel) hukuk olmalıdır. Aksi, emperyalistlerin zehirli propagandaları hep etkili olacaktır; yırtıcı pençeleri içimizden çıkmayacaktır. Kamuoyunun talepleri de budur; fabrika ayarlarına avdet edilsin demektedir.
Bu girizgâhtan sonra, sizi bundan 97 yıl öncesine götüreyim; Ziya Gökalp’in 1922’lerdeki bir yazısına... Müseccel Türkçülüğüne rağmen, “aklın yolu birdir” hükmünü ispatlarcasına, meşhur sosyoloğumuz ta o günlerden bu günlere seslenmekte, Türkleri de, Kürdleri de aklıselime davet etmektedir. En önemlisi de, çözüm mevkiinde olanlara pusula tutmakta, “iman”, “izan” ve “vicdan”a çağırmaktadır. Ve diyor ki: Emperyalizmin “böl, parçala, yut” entrikalarına kapılmayınız! Karşılıklı kabullenme ve rızadan başka alternatifiniz yoktur. Bin senelik birlikteliğiniz, kaderinizi de tekleştirmişidir. Unutmayın, yan yana yaşamak zorundasınız. Çünkü siz geniş bir aile, bu coğrafya ise müşterek evinizdir...
Cumhuriyet’in kurucu iradesinin, “ilham kaynağımdır” diyerek referans gösterdiği Gökalp, bilindiği gibi “milliyetçiyim” diyenlerin de piridir. Ancak bu yazısı, aklıselim ve vicdan-ı umuminin sesidir. Bu mülahazayla, paylaşılmasında fayda gördüm. Çağrısı, bütün zamanlaradır; temennimiz, herkese, özellikle de günümüz mutaassıplarına(Türk ve Kürt kafatasçılarına) iyi bir ders olmasıdır...
(Sayfa sayfa, orijinali ve tıpkı çevirisiyle) buyurunuz:
Shf. 7
İçtimaiyat:
“TÜRKLERLE KÜRDLER”
“Millî misakımız, bize etnografik bir hudut çiziyor. Bu hududun içine alınan yerler nerelerdir? İki milletin, yani Türklerle Kürdlerin sakin oldukları yerler. Millî programımız, yeni arazimizin haricinde nasıl hiçbir Türk köyünün kalmasına rıza göstermiyorsa, hiçbir Kürd aşiretinin yahut köyünün, buradaki Kürd milletinden ayrı düşünmesine de razı olamaz. Bundan dolayıdır ki, Musul’da, Bağdad’da Kürdlerle yahut Türklerle meskûn ne kadar sancaklarla kazalar varsa hepsini anavatana kavuşturmak, vatanî vazifelerimizin en mühimlerindendir.
Bugün anavatandan uzak düşmüş bir “Kürd ırkı” ile “bir Türk ırkı” var. Bunlar, Anadolu içtimaî uzviyetinin –koparılması mümkün olmayan– canlı uzuvlarıdır.
Millî misakımızın Türklerle Kürdlere aynı kıymeti, aynı ehemmiyeti vermesi gösteriyor ki, bu iki millet arasındaki vefa bağları, sadakat rabıtaları her türlü tasvirin fevkinde bir samimiliğe maliktir. Filhakika, Meşrutiyet’ten beri devletimiz, Kürdler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğramadı. Zira aşiret kavgalarından zarar gören yalnız aşiretlerdir. Bu kavgalar, zannolunduğu gibi ne hükümete karşı isyan, ne de ahaliye karşı şekavet mahiyetinde değildir. Balkan Harbi gibi, mütareke zamanları gibi en felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimî dert ortaklığı eden bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü istiklâl mücahadesinde, bütün
Shf. 8
heyetiyle iştirak edip Türklerle beraber, “hep yahut hiç!” diyen bu sadakatli millet değil midir? Türk, nasıl olur da bu kadar samimî bir Kürd’den, bu kadar hukuk-perver bir arkadaşın emsalsiz vefakârlıklarını, sayısız fedakârlıklarını unutabilir?
Vakıa, Kürd, bu sadakat yolunda yürümekle, aynı zamanda kendi varlığını, kendi harsını, kendi istiklâlini de muhafaza etmiş oldu. Mübarek yurdu, başka ülkeler gibi, düşmanların murdar ayakları altında çiğnetmedi. Burası doğru olmakla beraber, bu neticeyi, Kürdün civan-merdane sadakatine atfetmeyip de yalnız akilâne ihtiyatkârlığına isnad etmek, hiçbir vecihle reva değildir.
Tarih gösteriyor ki, muvaffakiyet, daima doğruluğun mükâfatıdır. Kürd, zeki olduğu kadar, doğru, imanlı, dürüst, vicdanlıdır da. Bunu ispat için yalnız şu on seneyi değil, on asırlık müşterek mazimizi hatırlamamız icap eder.
Bundan on asır mukaddem, bugünkü Yunanlılarla İngilizlerin, Fransızların dedeleri “Ehl-i Salib” sürüleri şeklinde İslâm ülkelerine akın etmeye başladılar. Bunları, İslâm yurdundan kovmak için, el ele veren hangi milletler, hangi hükümdarlar oldu? Türklerle Kürdlerin o zamanki müşterek cihadı hiç unutulabilir mi? Karaboğalar, Alp Arslanlar, Kılıç Arslanlar, Nureddin-i Şehidler bu cihadda ne kadar uğraştılarsa Selahaddin-i Eyyubiler de o derece çalışmadılar mı?
O asırlarda, vatan haricî tehlikeye maruz olduğu kadar din de dâhilî muhataralarla tehdit ediliyordu. Türkler “Babekiye”, “Batıniyye” gibi ilhadları ortadan kaldırmaya çalıştıkları sırada Selahaddin-i Eyyubiler de Mısır’da Fatimiyye Rafıziliğine nihayet vermedi mi?
Shf. 9
Daha sonraları, “Safeviyye” Kızılbaşlığı zuhur edince, bu bid’ate de beraberce mani olmak için, bütün Kürd beyleri –Bitlisli Molla İdris’i elçi yaparak– ihtiyarlarıyla, arzularıyla Sultan Selim’e biat etmediler mi?
İşte, bu tarihî misaller gösteriyor ki, Türklerle Kürdler, muazzez vatanımızı düşmandan, mukaddes dinimizi fesattan esirgemek için daima birlikte cihada atılmış iki dost millettir. Türkler, nasıl daima dinî, ahlâkî mefkûreler için çalışmışlarsa, Kürdlerin de rehberleri, her zaman iman ile vicdan olmuştur. Bu iki millet, bin seneden beri aynı toprakta, aynı mefkûreler için el ele vererek mücahede eylemişlerdir. Bu hakikati kim inkâr edebilir?
Türklerle Kürdlerin içleri birbirine benzediği gibi dışları da benzer. Türk yahut Kürd milletine mensup bir âdâmı gördüğünüz zaman, bunun Kürd mü yoksa Türk mü olduğunu simasından tanıyamazsınız. Halbuki başka milletlerden bazılarına mensup fertlerin ilk bakışta hangi kavimden olduklarını simalarından pek kolay anlayabilirsiniz. Simaların biribirine benzemesi, yekdiğerine karşı kan kaynaması için başlıca sebeptir. Kendimize benzeyen bir çehre, kendimize benzeyen bir ruh demek değil midir? Karşılıklı bir itimadın doğması için, kalplerdeki mefkûrelerin müşterek olması kâfi değildir. Simaların da aynı enmüzece mensup bulunması lazımdır. Tabiatın saf evladları olan geyikler, kuşlar, balıklar da kendi nevilerinden olanlarla olmayanları yalnız şekillerinden tanımıyorlar mı?
Kürdlerin medeniyetçe bir kusuru varsa, bazı kısımlarının hâlâ aşiret halinde kalmasıdır. Fakat Türklerde de henüz aşiret hayatı yaşayanlar yok mudur?
Shf. 10
Gerek Kürdlerin gerek Türkmenlerin aşiret şeklinden henüz kurtulamamaları, “çöl” ile temasta bulunmalarının neticesidir. Çölde daima seferber halinde aşiretler bulundukça, onlar komşu bulunan ahalilerin de göçebe ve silahlı bir halde kalmaları zarurîdir. Zira başka suretle ırzlarını, hayatlarını servetlerini koruyamazlar.
Kürdlerle Türkmenlerin aşiret hayatından kurtulabilmesi, yalnız bir suretle kabil olabilirdi. O da, çöldeki aşiretlerle bunların arasında Çin Seddi gibi bir duvar yapmaktı. Fakat evvelce imkânsız olan bu iş, şimdi kendiliğinden mümkün bir hale girdi. Her felâketten bazen iyi bir netice de çıkabilir. Çölün birçok ma’murelerle beraber elimizden çıkması büyük bir felâkettir. Hususiyle Arap milleti gibi bir din kardeşinden –velev muvakkaten olsun– ayrı düşmemize ne kadar esef etsek azdır. Fakat çöl ile vatanımız arasında askerî bir hududun vücut bulması, aşiretlerin hadariliğe geçmesine çok faideli olacaktır.
Zira askerî bir hudud, canlı bir seddir ki, Çin’in meşhur duvarından daha ziyade mukavemetlidir.
Gerek el-Cezire’de, gerek Irak’ta çöl ile Kürdler ve Türkmenler arasında blokajlar (ﺑﻟﻭﻕﻫﺎﻭﺯﻟﺭ) yapılacak olursa, az zamanda bütün aşiretler kendiliklerinden hadariliği isteyeceklerdir. Zaten, Büyük Millet Meclisi de aşiretlerin iskânına karar vererek Hükümeti icrasına memur etmiştir.
Hülâsa: Türklerle Kürdler bin senelik müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak hem maddî, hem manevî bir surette birleşmişlerdir. Bugün ise müşterek düşmanlar, müşterek tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak müşterek bir azim ile kurtulabilirler.
Shf. 11
O halde, büyük bir kanaatle diyebiliriz ki, bu iki milletin birbirini sevmesi, her iki taraf için, hem dinî, hem siyasî bir farizadır. Kürdleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürd varsa Kürd değildir.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir
Kaynak:
Küçük Mecmua, Sayı: 1,
5 Haziran, Sene: 1338
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.