Bugünlerde sosyalizm konusunda daha fazla yazmak istiyorum. Bu, yalnız içimden gelen, “ne hikmetse!” denecek bir şey değil sanki. Yaşadığımız nesnel hayatın bu ihtiyacı, şu son on, yirmi yıldır olmadığı gibi, önümüze koyduğunu düşünüyorum– buna seviniyorum da.
Kapitalizmin yeni bir krizinin içindeyiz. Şüphesiz bu da, dediğim ihtiyacın ortaya çıkmasına yol açan etkenlerden biri. Ben gene de bu “kriz” edebiyatına pek fazla kapılmamaktan yanayım. İlkesel olarak geçerli olması gereken şu: sosyalizm hayatımızı düzene koyan bir düşünce ve aynı zamanda davranış sistemi olacaksa, bu, “kapitalizm işi beceremedi” diye değil, sosyalizm zaten iyi ve doğru bir sistem olduğu için böyle olmalıdır.
Böyle olmasını istiyorsak, o zaman, “sıfırdan başlayarak” da denebilir, konuşacağımız, tartışacağımız çok şey var. Çünkü, bugünün konjonktüründe “Bakın, kapitalizmle olmuyor; olunca da böyle oluyor” demekteyiz ve haklıyız; ama şundan üç beş gün önce de çatır çatır çöken sosyalist-komünist “sistem” vardı. Ben dünyanın geleceğinin sosyalizm olduğu inancını koruyanlardanım. Ama sosyalist bir dünyaya (çok ilerilerde bir tarihte) en son katılacak toplumların, şimdiye kadar “sosyalist” dediğimiz toplumlarda yaşayanlar olacağını da kuvvetle tahmin ediyor, hattâ biliyorum. Şu halde yüzleşecek, hesaplaşacak ve düzeltecek çok şey var.
Çok şey var ama, “dolayısıyla bu defter artık kapanmıştır” diye düşünmüyorum; kapitalizm kendini düzelterek dünyanın gelecek yolunu açacağına da inanmıyorum.
Bazılarımız, bütün bunların herkesin kafasına “dank” diye vurduğu 1989 Berlin Duvarı’ndan başlayarak hep bu konuları düşündü. Öyle ya da böyle sonuçlar çıkardı, ama bunları aklından çıkarmadı. Ama bunları küçük gruplar, bazı “arkadaş toplulukları” halinde, hattâ çok zaman teker teker yaptık. Çünkü “gelin birlikte düşünelim, baştan alarak tartışalım” dediğimizde, gelen giden olmuyordu. Şimdi dünya da yeniden değişmeye başladı gibi. Sahiden öyle ise, konuşmaya yeniden başlayabilirsek, konuşacak çok şeyimiz var.
Ama “konuşmak” da, “Haydi konuşalım” demekle oluverecek bir şey olmaktan çıktı. Katı olan herşey sıvılaşırken, laf laf olmaktan, olgu olgu olmaktan çıktı. “Bu iyidir, şu kötüdür” deme aşamasına gelmeden konuşma, tartışma olmaz. Ama biz, hele Türkiye’de, “bu” ve “şu”nun ne olduğunu, “iyi” ve “kötü”nün ne olduğunu, ayrıca da “bu”nu “söyle”yenin “kim” olduğunu yeniden tartışmak durumundayız.
Basit bir örnek: geçen gün Engin Ardıç’ın yazısında adımı gördüm. Cem Boyner’in YDH girişiminin “ölü doğma”sının nedenlerinden biri, halkın bunun “eski Marksistlerin” hareketi gibi anlamasıymış: “Gerçekten de oluşumun içinde yer alan Murat Belge, Cengiz Çandar gibi birçok kişi, partinin böyle algılanmasına yol açıyordu.”
İyi de, “oluşumun içinde” hiçbir zaman “yer al”madım. Öyleyse niçin “halkımız”, “içinde Murat Belge varmış, bize yaramaz” deyip YDH’yı yolda bıraksın?
Daha da bir yığın küçümseyici lakırdı, o hareket hakkında; Engin Ardıç’ın, içinde kendisinin bulunmadığı herhangi bir “oluşum” için söyleyebileceği şeyler. Ben YDH hakkında bunları böyle düşünmem, bayağı yararlı işler yaptığına, bir “buzkıran” işlevi gördüğünde inanırım, ama bu başka konu. Hiçbir ilişkim olmadı.
Bu bir dalgınlık, savsaklama, diyelim. Geçen gün Radikal’de “Aytek Soner Alpan” adında biri (Amerika’da doktora yapıyormuş) daha iki gün önce yazdığım yazı üstüne bir şeyler yazıyor. Söylemediğim ve hayatım boyunca karşısında mücadele verdiğim bir şeyler söyletiyor bana.
“Okuduğunu anlamamak”tan ibaret mi? Yoksa “tahsille elde edilmiş cehalet” misali, “yanlış anlamak üzere okumak” hünerine alışmış olmak mı?
İyi de, “hayır, orada değildim” ya da “hayır, öyle demedim”le bu kadar vakit kaybederek, asıl tartışmamız gereken şeylere nasıl vakit bulacağız?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.