Türkiye kamuoyunda Körfez bölgesine dair iki yerleşmiş algı var. Birincisi, bu ülkelerin, yani Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan (SA), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, hepsinin aynı toplumsal, dinsel kökene sahip oldukları için aynı dış politikayı izleyecekleri ve ikincisi ise hiçbirinin ABD dış politikasından bir milim sapmayacakları, Washington’un sözünden çıkmayacakları düşüncesidir. Son kriz, Körfez bölgesine ilişkin kafa karışıklığını iyice artırdı.
Kriz beklenmedik bir anda çıktı. Daha yeni Trump Suudi Arabistan’ı ziyaretinde 50’den fazla Müslüman ülkenin katıldığı bir toplantıyla İran karşıtı bir blok oluşturmuş, Katar da bunun içinde yer almıştı. Bundan sonraki adımın İran’a yönelik sertleşme olması beklenirken, birden küçük Katar’ın üzerine başta Trump yönetimi olmak üzere Mısır, SA ve diğer Körfez ülkeleri neredeyse çullanınca dikkatler bölgeye yöneldi.
Bunun nedenleri üzerine çok geniş bir spekülasyon yelpazesi oluştu. Kısaca sıralamak gerekirse:
-Katar Yatırım Fonu’nun Rus Rosneft’in hisselerinin yüzde 19,5’ini alması
-Irak’ta kaçırılan Katarlılar için radikal İslamcılar ve İran’a bir milyar dolar fidye ödendiği iddiası
-Rusya’nın, hackerleri aracılığıyla Körfez’deki uyumu bozmaya çalışması (kriz Katar Emiri’nin “İran bölgede önemli bir İslami güç” dediği bilgisinin internet sitesine düşmesiyle başladı)
-BAE’nin, ABD’nin Centcom üssünü kendi topraklarına taşınmasını istemesi
-ABD’nin Katar’a silah satmak istemesi
-Katar’ın Müslüman Kardeşler örgütüne destek olması
-Katar’ın İran ve Hizbullah ile fazla yakınlaştığı
-İsrail’in bu yüzden krizi tetiklediği
Bunlardan en akla yakını, bölgesel siyasetin dönüşen dinamikleri de göz önüne alındığında, Katar’ın değişen bu siyasete uyum sağlama konusunda direnmesi ve İran’a karşı giderek dozu artan bir sertleşme ortamında, geçmişte göz yumulan aykırı ve ayrıksı dış politika çizgisinin sorun yaratmaya başlaması gibi gözüküyor.
Burada özellikle kamuoyunda krizin nedeni olarak ABD’nin SA ve Katar’la silah satış anlaşmaları imzaladığı yolundaki kolay kabul gören açıklamanın doğru olmadığını da söylemek gerek. Bunun neden silah satışıyla ilgisinin olmadığı aşağıda detaylandıracağım.
KÖRFEZ’DE BİR “DİKEN” OLARAK KATAR
Vatandaş olarak nüfusu 300 bini geçmeyen (Katar yönetimi zenginliği paylaşmamak için ülkesinde uzun yıllardır yaşayanlara bile vatandaşlık vermiyor. Bunun toplamı 2,3 milyon kadar) bu küçük ülkenin üç önemli özelliği var. Birincisi, dünyanın üçüncü büyük doğal gaz rezervine sahip olması, ikincisi üzerinde 11 bin Amerikan askerinin bulunduğu bir üssü barındırıyor olması, üçüncüsü ise özellikle 1990’lardan itibaren başta SA olmak üzere diğer Körfez ülkeleriyle sorunlu ilişkilere sahip olması.
Katar için sorun küçük ve zengin bir ülke olarak tek kara bağlantısını oluşturan SA tarafından yutulma ve onun etki ve nüfuzu altında kalma endişesi oldu. Örneğin, 1992’de bu ülkeyle küçük çaplı bir sınır çatışması yaşadı. 1995’te babasını darbeyle indiren Emir Halife Al Tani ile birlikte Katar, SA etkisinden çıkmaya yönelik bir dış politika izlemeye başladı. 2002’de SA’dan kaçan rejim aleyhtarlarını ülkesine kabul edip televizyona çıkartınca, Riyad büyük elçisini geri çekti ve beş yıl geri göndermedi. 1991 Irak savaşı sonrasında SA’da bulunan Amerikan askerlerini kabul ederek aslında kendi güvenliğini de bir bakıma garanti altına almaya çalıştı. 2013’te ise Temim Al Tani başa geldi ve dış politikası daha aktif hale geldi.
Katar gaz ihracından elde ettiği müthiş parayı kurduğu Katar Yatırım Otoritesi aracılığıyla dünyanın her yerinde çok farklı alanlarda yatırım yapmak için kullanırken, siyasal olarak da dış politikasını giderek çeşitlendirdi, üyesi olduğu Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinden farklılaştırdı. 2013’e dek daha çok yumuşak güç (soft power) olarak ticaret, finans, yatırım, medya, eğitim, dış yardım gibi alanlara yoğunlaşarak sahip olduğu maddi gücün çok ötesinde bir etki alanıyla SA’yı dengelemek istedi.
2005 yılında kurduğu ve 335 milyar dolarlık bir mal varlığını yöneten Katar Yatırım Otoritesi başta İngiltere, ABD, Çin ve Almanya olmak üzere çok sayıda Volkswagen’den İngiliz gaz dağıtım şirketine, Çin Tarım Bankası’ndan Miramax film şirketine dek riski dağıtan ve çeşitlendiren bir yatırım stratejisi izledi.
Yine bu çerçevede Doha’da bir Eğitim Kenti (Education City) kurarak Amerikan üniversitelerinin (Georgetown, Carnegie Mellon, Northwestern) kampüs kurmalarını sağladı, Rand, Brookings gibi önde gelen Amerikan düşünce kuruluşlarına Doha’da ofis imkanı tanıdı. El Cezire televizyonu bütün Arap dünyasında etkili bir araca döndü ama bunun da bir bedeli oldu.
Bir yandan Katar Havayolları, öte yandan Katar Ulusal Bankası ülkenin ulaşım ve yatırım kapasitesini artırırken Katar Foundation aracılığıyla sponsorluklar imajını güçlendiriyordu. Bu hırs sonuçta 2022 Dünya Futbol Şampiyonasının ev sahipliğini üstlenmeye ve bunun için rüşvet skandalına karışmaya kadar vardı.
BOYUNU AŞAN İŞLER
Katar bu yumuşak güç unsurlarıyla sınırlı kalsaydı Körfez’de rahat da edebilirdi ama 2013’ten itibaren siyasal açıdan bölgede akıntıya karşı işlere girişmeye başladı. Ortadoğu’nun karmaşık ve kaygan dostluk/düşmanlık, ittifak/hasım denklemlerinde kafa karıştırıcı diplomatik ve siyasi angajmanlara girmeye başladı. Bu noktada Katar’ın kapasitesiyle en uyumlu işlevi, Lübnan, Yemen ve Sudan’da etkili sonuç aldığı ara buluculuk tipi girişimleri olabilirdi ve Katar Ortadoğu’nun Norveç’i muamelesi görebilirdi. Ama Katar arabulucukla yetinmeyip bölge siyasetinde belirleyici bir aktör olmaya çalıştı.
Burada komşularını rahatsız eden en olmayacak denklemi kurdu. Hem statüko karşıtı Sünni gruplara, hem de İran ve Hizbullah ile yakınlaştı.
İran cephesinde, Katar bu ülkeyle ilişkilerini yakın tutarak SA’yı dengelemeye çalıştı. Karşılıklı ziyaretler ve siyasal alanda işbirliği giderek arttı. Bir önceki emir Hamad Tahran’ı ziyaret ederken, Aralık 2013’te İran dışişleri bakanı Katar’a geldi ve burada yeni Emir Sani, İran’ı bölgede güçlü görmek istiyoruz dedi. İki ülke ayrıca İran’da bir serbest ekonomik bölge kurulması konusunda anlaştı. Ama daha kritik bir gelişme, Bağdat’ı ziyaret eden Katar dışişleri bakanının, İran Devrim Muhafızları’nın Suriye ve Irak’taki Kudüs birliklerinin başında bulunan General Kasım Süleymani ile görüştüğü iddiasının geçtiğimiz Mayıs ayında SA medyasında dillendirilmesiydi. Bu görüşmenin gerçekten yapılıp yapılmadığını bilmek mümkün değil ama yapıldıysa krizi tetikleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Eğer yapılmadıysa Suudiler krize meşruiyet sağlamak için bu haberi üretmiş olmalılar.
Daha önemli bir nokta Katar ve İran’ın Basra Körfezi’nde bitişik bir doğal gaz sahasından yararlanıyor olmaları. Katar ihraç ettiği gazın yarısını bu sahadan çıkarıyor ve bu yüzden de İran ile arasını iyi tutmaya çalışıyor.
Katar’ın Sünni İslamcı örgütlerle ilişkisi ise iyice karışık. Bir yanda Müslüman Kardeşler örgütüne verdiği açık destek, öte yanda Taliban ve El Kaide ile sürdürdüğü dirsek teması, bu küçük ülkeyi ve dış politikasını tanımlamakta güçlük yaratıyor.
Bu politikanın ilk belirgin işareti Hamas Gazze’de seçimi kazanınca başladı. Katar, Hamas’ın hem destekçisi hem de finansörü oldu, Hamas lideri Meşal Suriye’den çıkmak zorunda kalınca onu kabul etti, bir önceki Emir 2012’de Gazze’yi ziyaret etti.
Arap Baharı sürecinde bir yandan El Cezire yayınları, öte yandan elindeki finansal imkanlarla Mısır, Libya ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in uzantısı yönetimleri destekledi. Dengeyi koruyabilmek için Bahreyn’de ve Yemen’de ise SA’nın yanında yer aldı. Ama Mısır’daki darbeden sonra MK üyeleri Katar’a sığınınca, bu kez SA, BAE ve Bahreyn 2014’te diplomatik ilişkileri kestiler.
Katar ayrıca 2013’te Doha’da bir Taliban ofisi de açtı. Bu ofis Taliban ile Afgan ve Amerikalı yetkililer arasında bir temas trafiği sağlıyordu.
Bütün bu aykırı görünen dış politika trafiğini Katar, ABD’nin gözetiminde ve onayıyla gerçekleştiriyordu. Sonuçta ABD, kendisi yapamayacağı ve doğrudan içine girmek, taraf olarak görünmek istemediği sorunlarda Katar’ın sağladığı bu esnek, her yere, her aktöre ulaşabilen diplomasi akrobasisinden faydalanıyordu ve sınırları aşmadığı ve bu yarar devam ettiği sürece de, bazı eleştirilere rağmen sessiz kalıyordu.
Katar bu süreçte çok iddialı olan bazı dış politika girişimlerinde bulunmaya başladı ve Arap Baharı’yla bunlar daha çok göze battı. Libya, Mısır, Gazze ve Yemen ama özellikle Suriye’de Katar kendi güç ve kapasitesinin çok ötesinde bir politika izlemeye başladı. Katar yalnızca sahip olduğu finansal gücüyle sınır ötesi stratejik maceralara girişecek durumda olmadığı için burada Türkiye ile ortak hareket etmeye başladı. Ekonomik maliyetini Katar’ın, istihbarat ve askeri yönünü Türkiye’nin sağladığı bu işbirliği süreciyle Libya’da ve Suriye’de İslamcı gruplara her türlü destek verildi, Türkiye ile Katar neredeyse kader birliği yapan ayrılmaz bir ikili gibi çalıştı. Hem MK, hem de militan İslamcı gruplara verilen bu destek, bu grupları kendilerine tehdit olarak gören başta SA olmak üzere diğer Körfez ülkelerini uzun süredir rahatsız ediyordu. Bekledikleri fırsat Trump’ın SA ziyaretinde verdiği destekle geldi ve toplu bir hesap kesme sürecine gidildi. Yalnızca bir diplomatik yalnızlaştırmanın da ötesinde işin içine bu kez Mısır da dahil oldu ve Kuveyt ve Umman hariç, bölge ülkeleri Katar’ı hem diplomatik, hem de ekonomik açıdan sıkıştırıp dize getirmeye çalıştılar.
TRUMP’IN SİLAH SATIŞI EFSANESİ
Krizin Katar ABD’den silah satın alsın diye çıkarıldığını ve geçen gün Katar savunma bakanının Washington’da 12 milyar dolar karşılığında F-15 uçağı satın alma anlaşması imzaladığı haberinin duyulması bu konudaki kanıyı güçlendirdi. Ama hem SA’ya 110 milyar dolarlık, hem de Katar’a 12 milyar dolarlık silah satış anlaşması haberi yanıltıcı. Bir defa SA bu konuda bir anlaşma imzalamadı, yalnızca bir niyet beyan etti. Zaten daha önceden yapılmış bir anlaşmalar var ve onlar işliyor.
Katar’a gelince, bu ülke daha 2013’te Obama yönetimine eskiyen Fransız Mirage savaş uçağı filosunu yenilemek için 36 F-15 uçağı alımı talebinde bulunmuştu. 2014’te ise Katar Apachi helikopterleri, Patriot ve Javin füze sistemleri alımı için 11 milyar dolar karşılığında anlaşmıştı.
Burada sorunlu olan bakış açısı, ABD’nin Körfez ülkelerine silah satmaya çalıştığı ama bu ülkelerin almamak için direndiği şeklindeki anlayış. Gerçekte durum bunun tersi. Yıllardır bu ülkeler ABD’den gelişmiş silah sistemleri almaya çalışırken işi yokuşa süren ABD yönetimi ve özellikle Kongre etkeni oluyor. F-15 ve F-18 gibi gelişmiş savaş uçakları söz konusu olduğunda en büyük baskı bunların bir gün kendisine karşı kullanılma ihtimalinden çekinen İsrail’den geliyor. Katar 2013’ten beri F-15 uçağı almaya çalışıyordu ve Obama, savunma sanayinin de baskısıyla, gecikmiş olan anlaşmayı ancak Kasım 2016’da imzaladı. Dolayısıyla, Katar’ın şimdi imzaladığı anlaşmada tür ya da miktar belirtilmiyor ve söz konusu anlaşma bir ihtimal bu sistemlerin teslimine ilişkin olabilir.
TÜRKİYE BU KRİZİN NERESİNDE?
Türkiye geleneksel olarak Ortadoğu’da, özellikle Araplar arası krizlere mesafeli dururdu. Bunu gereksiz bir şekilde Kemalizmin basiretsizliği, inisiyatif eksikliği ya da Ortadoğu’ya sırtını dönme olarak tanımlamak yerine, belli bir mantığa dayanan bir politika olduğunu tekrar düşünmek gerekiyor.
AKP ile bu politika tamamen terk edildiği gibi, dış politikada önce yeni Osmanlıcı ve İslamcı, sonra Sünni eksenli dış politika izlenirken, bu son krizle birlikte Türkiye artık Sünni Araplar arası bir krizin parçası oldu ve açıkça Katar’ın yanında yer aldı.
Tahmin edilebileceği gibi bu son derece riskli bir politika. Çünkü Katar’ın karşısında Mısır, SA, Bahreyn ve BAE var. Hiçbir boyutunun Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmediği bu krizde SA’nın karşısında yer alması, kriz bittikten sonra Türkiye’nin kendisine zarar verecek boyutlar içeriyor.
Öncelikle bu kriz Katar içinde bir lider değişikliğiyle sonuçlanabilir ya da Katar bu baskıya direnemeyip Suudilerle ve tabii ABD ile aynı hatta gelebilir. Bu durumda, Türkiye’nin Katar’a verdiği desteğin bir anlamı olmayacağı gibi, ileride sınırlı da olsa bir bedel ödeyebilir.
Daha önemlisi, Türkiye’nin Katar’da kurmaya başladığı askeri üs. İlk kez Türkiye sınırları ötesinde bir ülkede askeri bir üs kuruyor. Ama bunun getireceği risklerin ne kadar hesap edildiği belli değil. Kriz düşük bir ihtimal de olsa, sınırlı bir sıcak çatışmaya dönüşse ve üs bir şekilde isabet alsa ki benzeri bir durum Musul yakınlarındaki Başika Kampı’nda yaşandı, bu Türkiye’yi çok zor durumda bırakır. Kriz bitinceye dek bu risk devam edecek.
Türkiye’nin ısrarla Katar’ın yanında yer almasının nedenlerine gelince, ilk önce iktisadi işbirliği önemli bir etken. Katar Digitürk (BeIN), Finansbank ve Abank gibi şirketleri satın almanın yanında çok sayıda gayrimenkul yatırımı da var. Ama daha önemlisi, Katar’dan bir ihtimal gelen sıcak para ile Türkiye’nin yaklaşık 13 milyar dolarlık inşaat sektöründeki ihaleleri. Tabii bir de her iki rejimin birlikte yürüttükleri Arap Baharı sürecinde Suriye’deki ÖSO başta olmak üzere radikal İslamcı gruplara verilen destek ve buna eşlik eden ortaklık var.
Krizde Erdoğan Katar’ın yanında yer aldığını açıklayınca, hükümete yakın medya “Diren Katar”, “Katar’ın 15 Temmuz’u” tarzında yayınlar yapmaya başladılar ve asıl hedefin Türkiye olduğunu ileri sürdüler. Katar’ın her açıdan sıkıştırılması Türkiye’nin tek dostu olan Katar’ı da kaybetmesiyle sonuçlanabilir ki, ülke olarak bu coğrafyada başka dostu kalmaz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.