Müge (İplikçi), Diyarbakır’da kitap fuarına davet edildiğini söylediğinde, hiç tereddüt etmeden “Ben de geliyorum” dedim. O hem yeni romanı Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış olan ve taş atan çocukları konu edinen ilk gençlik romanı “Yalancı Şahit” hakkında öğrencilerle söyleşecek, hem de Everest Yayınları’ndan yeni çıkan romanı “Civan”ı imzalayacaktı; ben de “eş durumu”ndan aylak takılacak, bir süredir görmediğim Diyarbakır’la özlem giderecektim.
Ama tabii ki öyle olmadı, daha fuarın yapıldığı salona girer girmez selamlaşmalar, sohbetler, tartışmalar derken yazacak çok şey birikti. İlk olarak, önceki gün açılan ve Pazar gecesi bitecek olan Diyarbakır 3. Kitap Fuarı hakkında birkaç söz: TÜYAP yetkilileri geçen yıl 100, bu yılsa 135 yayınevinin katıldığını ve 100 binin üzerinde ziyaretçi beklediklerini söylüyor. Bu rakam abartılı değil çünkü fuar alanı şehir dışında olmasına rağmen Çarşamba öğleden sonraki kalabalığı görünce hafta sonu orada bir izdiham bile yaşanabilir. Çünkü gözlemlerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki özel olarak Diyarbakırlılar, genel olarak bölge insanı, yani Kürtler kitabı seviyor. Bunda Kürt sorununun ve aşırı politizasyonun etkisi hayli yüksek. Ama Diyarbakırlıların sadece politik kitaplara değil aynı zamanda edebiyata da ilgili olduklarını söylemeliyiz.
Kürtçe’nin yükselişi
Bu fuar sayesinde yaşayan ve gelişen Kürtçe olgusunu daha açık, somut ve yoğun bir şekilde gözleme imkanına sahip oldum. Öğretmenleriyle birlikte fuarı gezen öğrencilerin çoğu aralarında Kürtçe konuşuyor. İsimlerini sorduğunuzdaysa Dengin, Robin, Roza, Dara, Pelda, Pelşin, Rozerin, Nupelda gibi, çoğu doğadan esinlenerek konulmuş Kürtçe isimlerle karşılaşıyorsunuz. Fuardaki yayınevleri üçe ayrılabilir:
1) Sadece Kürtçe kitap basanlar; 2) Esas olarak Türkçe, ek olarak Kürtçe kitap basanlar; 3) Sadece Türkçe yayın yapanlar. Ancak Kürtçe kitap bassın ya da basmasın, yayınevlerinin çoğunun standlarında Kürtçe afiş, pano vb. bulundurdukları görülüyor.
Fuar sayesinde Karl Marx’ın eserlerinin Kürtçeye çevrilmekte olduğunu, Said Nursi’nin birkaç risalesinin çevrildiğini ama külliyatının tamamının Kürtçe basılacağını öğreniyorum. Bediüzzaman’ın eserlerinin onun ana diliyle bu kadar geç buluşmasının ayıbı hepimize yeter diye düşünüyorum.
O meşhur fakülte
Fuarın benim için en büyük sürprizi Mardin Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Kültürü bölümünün hocaları ve öğrencileriyle tanışmak oldu. Anabilim dalı başkanı olan Dr. Hayrullah Acar (fotoğrafta sol yanımda) ile meğer 1990’lı yılların başında Ankara’da tanışmışız. Bana üniversitenin “Yaşayan Diller Enstitüsü”nde iki yıldır 40 öğrencinin yüksek lisans eğitimi gördüğünü, bunların yarısının tez yazma aşamasına geldiklerini söyledi. Daha önemlisi geçen yıl ek kontenjanla lisans eğitimi için 20 öğrenci almışlar ve fuarı onlarla birlikte geziyorlarmış. Fotoğrafta benim en solumdaki Bitlis Norşinli Mizgin Yalçın’a neden bu bölüm diye sorduğumda hiç duraksamadan “tamamen vicdani bir eylemdir. Kürt olduğum için” cevabını aldım. Hemen sağımdaki Siverekli Ruken Karakaya ise aynı soruyu “edebiyatıma sahip çıkmak için” diye yanıtladı.
Toplumsal’ın sonu mu?
Fuarda DoğuBatı Yayınevi’nin standında ünlü Fransız filozofu Jean Baudrillard’ın ilk okuduğum kitabını, “Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu” (Çeviren Oğuz Adanır) yıllar sonra yeniden karıştırdım. Beş yıl önce hayatını kaybeden Baudrillard’ın tam 30 yıl önce kaleme aldığı bu kitap yaşadığımız şu günleri anlamayı (“anlamlandırmayı” demeye dilim varmıyor maalesef) hayli kolaylaştırıyor.
Fakat işin içine “etnik kimlik” girince Baudrillard’ın öngördüğü “toplumsalın sonu”nun her koşul için geçerli olmadığı sonucuna varabiliyorsunuz. Buradan hareketle Türkiye’nin önünde ciddi bir ayrışma olduğunu ileri sürebiliriz: Bir yanda siyasallaşmadan, toplumsallaşmadan hızla uzaklaşan kalabalıklar, diğer tarafta daha da siyasallaşan, toplumsallaşan yığınlar...
Diyarbakır’ın düşündürdüklerini aktarmayı yarın sürdürelim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.