Muhterem annemden dinlemiştim; günün birinde, Kürt beylerinden birinin düzeni bozulur, tacından -tahtından ayrılmak zorunda kalır. Yakınlarından gördüğü ihaneti hazmetmez, “Ağacın kurdu kendisinden olmazsa, ağacın zevali olmaz” der, hanımıyla birlikte yabancı bir coğrafyaya göç eder. Geldiği yerde, bir yolunu bulur, memleket hâkiminin sarayına girer; kendisi sarayın kahvecisi, hanımı ise aşçı olur.
Eski bey, kahvesiyle, hanımı yemekleriyle ün kazanır. Kısa zamanda hükümdarın ve saray erkânının gözdesi olurlar. Gel zaman git zaman, günün birinde sarayın kapısına dilenciler gelir, yardım talebinde bulunurlar. Mesele hükümdara arz edilir, hükümdar sarayın zahire ambarından birer-ikişer tabak un ve bulgur verilmesini vezirinden talep eder. Öyle de yapılır. Bu emir ve iş, bizimkinin dikkatini çeker ve kendi kendine, “Bu iş bir padişaha yakışmaz; benim bildiğim, padişahlar eli açık, ihsanı bol olur! Vezire gelince, o ise tam bir dalkavuk!” der, düşünceye dalar.
Yine günlerden bir gün, sarayın kapısına başka bir gurup gelir; aralarına aldığı bir tayı padişaha sunmak istediklerini söylerler. Padişah bundan haberdar edilir; padişah vezir ve seyisiyle kapıya gelir. Guruptakilerden biri: “Padişahım, bu tay, safkan Arap atıdır. Bu asil hayvanı size layık gördük. Lütfen kabul buyurunuz!” der. Arkadaşları da bir ağızdan, “Evet padişahımız, aynen öyledir” der, padişahın vereceği hediyeyi intizar ederler. Vezirden ses yok; seyis ise, onları tasdiklercesine padişahın kabulünü ister. Padişah, hediyecilere bahşişte bulunurken, tayın karın bölgesi bizimkinin dikkatini çeker. Bakar ki, tayın alt bölgesi ıslaktır; kendi kendine, “Bu at asil olamaz; zira asaletin alametini göremiyorum; attan ziyade katıra benziyor” der, padişahın saflığına, seyisin de lakaytlığına şaşırır.
Seyis, tayı tavlaya götürürken, bizim bey dayanmaz, “Bunu padişaha söylemeliyim” der; bir yolunu bularak yanına sokulur. “Padişahım!” der, “Bu tay, zannedildiği gibi soylu bir at değildir, Allah bilir ya, at ve eşeğin çiftleşmesinden hâsıl olmuş bir katır yavrusudur!” Padişah, buna sinirlenir, “Sen de ne bilirsin!” dercesine, onu başından savar, kendisiyle vezirine kahve getirmesini söyler. Bizimkisi, “Benden söylemesi” diyerek iç geçirir, vazifesine döner. Aradan bir zaman geçer, hükümdar raiyetiyle bir yolculuğa çıkar. Bu vesileyle, bahsi geçen tayını test etmeye çalışır. O da ne, asil Arap atı hep gerilerde seyretmekte, bir türlü öne geçemiyor. Nihayet, anlar ki bu at, koşu için değil, yüke layıkmış...
Saraya dönen padişah, hemen kahvecisini çağırtır, işin hakikatini ondan öğrenmek ister. “Söyle bana; bunun asil olmadığını nasıl anladın?” der. Bizim bey, “Efendim, asil Arap atı, altını ıslatmaz; bunun ise, daha ilk bakışta altının ıslak olduğunu fark ettim. Anladım ki, bu at, söylendiği gibi asil Arap atı değil, katırdır. İlginç olanı ise, vezirinizin ketumluğu, seyisinizin kabulüydü... Kısacası, etrafınız dalkavuk kaynıyor, efendim!” der. Padişah, bu tespitten, kahvecinin boş bir adam olmadığını anlar; onunla ve kendisiyle övünür, durur; etrafındaki dalkavuklara ise, aldırış etmez.
Günler birbirini izlerken, günün birinde yine bir gurup, ellerinde bir şahinle çıkagelirler. Sarayın kapısına yığılan gurup, padişaha bir av şahini getirdiklerini, ona hediye etmek istediklerini bildirirler. Padişah yine, yanında veziri ve kuşçubaşısı olduğu halde kapıya iner, guruba görünür. Guruptan biri, “Efendim, bu şahin, asil bir avcıdır; bir çırpıda tavşan ve ceylanları kapar, zatınıza teslim eder. Düşündük taşındık en liyakatlisi olarak sizleri gördük, hediyemiz olsun!” der. Bu övgü, hükümdarı büyülerken, vezir ve kuşçubaşısı, başlarını sallayarak kabul ettiklerini belirtirler. Olaya şahit olan bizim Bey ise, yine şaşakalır. Zira asildir dedikleri hayvan, başı aşağıda, sinek ve karınca avlıyordu. Canı sıkıldı, “Bunu padişaha bildirmeliyim!” dedi.
Bir fırsatını yakalayan bizim Bey, hükümdara kahvesini ikram ederken, kulağına eğilmeyi de ihmal etmez. “Padişahım!” der, “Korkarım ki sizi yine aldattılar; zira avcıdır dedikleri kuş, şahin ailesinden olsa bile, şahin terbiyesi görmemiş gibidir. Malum, şahinin bakışı haşmetli, gözleri göklerdedir. Bunun ise, bakışı korkakça olup gözleri sinek ve karınca izlemektedir. Veziriniz de, kuşçubaşınız da bu olaya şahittirler... Padişahım, bu kuş, şahin yumurtasından olmadır, ancak karganın altından çıkmadır; terbiyesini de ondan almıştır!” der. Kahveci beyin bu izahatı, padişahı kuşkulandırdıysa da, yine de “Gözlerimle görmeliyim!” diyerek, maiyetiyle birlikte bir av töreni tertipler. Gerçekten de, tavşan ve ceylana salıverilen şahin, hiç istifini bozmaz, en yakın yere iner; tavuk gibi yerden karınca toplar, karga gibi sinekleri gagalar. İş anlaşılır, bizim beyin tecrübesi bir kez daha kendini gösterir.
Artık hükümdarın sabrı kalmamıştır; kendisinin ne kadar saf, etrafındaki adamlarının ne kadar dalkavuk tipler olduğunu anlar. İçine bir kurt düşer; kendi kendini sorgulamaya başlar, “Ben nasıl bir hükümdarım ki, bir kahveci kadar da olamıyorum; vezirim bir yandan, seyis ve kuşçubaşım diğer yandan beni kullanabiliyorlar. Demek bunlar, beni aldatanlarla işbirliği içindeler!..” demeye başlar. Nihayet, kendisinin de asaletinden şüpheye düşer. “Bu konuyu da kahvecimle konuşmalıyım; olur ya, belki de ben hükümdar soylu değilim!” diyerek, acilen kahveciyi huzuruna çağırı. Kahveci Bey gelir, padişahın huzurunda saygıyla durur, meramını intizar eder. Padişah söze şöyle başlar:
“Kıymetli kahvecim, bu güne değin senin sadece güzel kahven ve eşinin hoş yemeklerinden istifade etmedik; yanı sıra isabetli tecrübelerinden de istifade ettik. Özellikle başımdan geçen bir kaç olaya dair tespitleriniz beni hayran bırakmıştır. Şimdi sizden istediğim, içimi kemiren bir soruma da cevap bulmandır. Söyler misin, benim aslım ne? Ben kimden olmayım?” Bu soru bizim beyin beklemediği bir soruydu; ama soruldu bir kez. Cevap vermek zorundaydı. Her ne kadar, “Padişahım, varın siz böyle bir soru sormamış olun, ben de cevabını söylemeyeyim!” dediyse de, bu söz, padişahı daha da meraklandırır ve “Şayet cevap vermezsen, kafanı vurdururum, bilmiş ol!” der.
Mecbur kalan kahveci, “Efendim, –bağışlayınız– ne yazık ki nesebiniz gayrisahihtir!” deyiverir. Bu cevap, hükümdarın aklını başından götürür, adeta kudurur. Ama yine de kendini bir şekilde toparlar, “Niçin?” diyerek izahını ister. Bizim bey, “Efendim, siz bir çerçiden (seyyar satıcıdan) olmasınız. Zira kapınıza gelen fakirlere, tasla tabakla ihsanda bulunuyorsunuz. Hâlbuki padişahların ihsanı, çuvalladır, yükledir.” Padişah, bu cevap üzerine, hemen annesine varır, ondan işin hakikatini sorar.
Sultan anne, “Evladım, sen padişah oğlu padişahsın; böyle bir soru olur mu? İnsan annesini bu kadar de düşürtür mü?” dediyse de, hükümdar ısrar eder, annesinden gerçeği öğrenmek ister. Anne, her ne kadar, “Yüzüme toprak serpile, bu ne ayıp, bu ne rezalet!...” dediyse de, padişahı ikna edemedi, aksine daha da sinirlendirdi. En son, padişah adamlarına bir kazan su kaynatarak, annesine, “Bana bak, eğer gerçeği söylemezsen, seni canlı canlı bu kaynar suya atacağım!” der. Sultan anne, işin ciddiyetini öğrenir, başka çarenin kalmadığı fark eder. Oğluna, “Evladım, şu etrafındakileri dağıt da diyeceklerimi yalnızca siz duymuş olunuz!” dedi. Padişah öyle yaptı; annesini dinlemeye koyuldu:
“Evladım!” dedi anne, “Günün birinde baban uzak bir memlekete gitmişti. Ben evde yalnızdım. Henüz genç bir gelindim. Uzun süreli eşsiz yaşamanın verdiği sıkıntı, beni kötü bir yola sevk etti. Payitahtın sokaklarında çerçilik yapan iri cüsseli, yakışıklı bir adam gözüme ilişti. Birden kanım kaynadı; bir şeyler satın almak bahanesiyle onu sarayın haremine çektim. İşte ne olduysa orada oldu; senin varlık sebebin de bu hadisedir!” Padişah bunu duyunca, beynine kan sıçradı. Kendini mi öldürsün, annesini mi öldürsün! Ama yok, hiç birini... İyisi mi, saltanattan el çekmek; işi layıkına bırakmak. Hemen kahvecisini çağırır, onunla istişareye oturur. “Bana son bir nasihatte bulun!” der. Bizim bey:
“Sultanım, beni yıkan ihanettir, seni yıkan ise dalkavuk çevrendir. En tehlikeli düşman, senden görünendir. Ondandır ki, münafık kâfirden daha eşeddir denilir. Zira münafık derindeki yaradır; tedavisi zor ve çoklukla ölümcüldür. Kâfir ise, tendeki yaradır; pansumanla geçiştirilebilir. Aha, bendeki ihanetçilerle sendeki dalkavuklar bu münafık tiplerdir. Anlayacağın, pirincin içindeki siyah taştan değil, beyazından korkmalısın! Unutma, saltanatın zevali üç taifeden zuhur eder; bunlar, ihanetçiler, dalkavuklar ve asaletsizlerdir. Senin kimden olduğun seni önemli değil; bunda senin günahın yok. Asıl günahkâr, aslını inkâr edip başkalarının borazanlığını yapanlardır. Peygamberimizin, “nesebi, gayrisahihtir” dedikleri kimseler, işte bunlardır. Bunlardan sakınılmalı!...”
Padişah, bu nasihatleri dinledikten sonra, önce etrafındaki kurt, tilki, ayı, domuz ve yılan tabiatlı adamlarını kovar. Sonrasında ise, kahvecisini huzuruna çağırır ve saray erkânına takdim ederek, şöyle der: “Herkes şahit olsun ki, bu günden itibaren bizim sultanımız kahvecimizdir. Hanımı da sultan annemiz... O, aslı itibariyle bir beydir; hem de sultan bey. Ben ise, layık olmadığım bir makamda gölge sultandım. Ülkemin dalkavukları, benim gölgemde Ali Baba’nın Kırk Haramileri gibi yağmacılık yapıyorlardı. İşte bundadır ki, tacımı ve tahtımı kahvecime bırakıyorum. Kendisine mübarek olsun!” der, kenara çekilir. Bizim beyin bütün ısrarlarına rağmen, sultan “Asla!” der; onu makamına oturtur, kendisi ona vezir olur.
“Anlayanlar için sivrisinek saz, anlamayanlar için davul-zurna az”...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.