Burada uzunca bir zamandır yeri geldikçe yazıyorum; Kürt sorununa “çözüm süreci” dinamizmini yitirmiş ve bir “çatışmasızlık durumu”na dönüşmüştür.
Dağdaki silahlılardan bir bölümünün, Öcalan’ın 21 Mart 2013 tarihli çekilme talimatına uyarak sınırın ötesine intikal etmelerinden bu yana süreci ilerletmek babında atılmış tek bir somut ve kayda değer olumlu adım yoktur.
İktidar, bazı siyasi hesapları nedeniyle üzerine düşeni yapmamış, güven artırıcı adımları atmamıştır; sürece hakim olan ataletten kendisi sorumludur.
Diğer taraftan, bu “çatışmasızlık durumu” çok değerlidir; çözüm sürecine yeni bir başlangıcın önkoşuludur.
Mutlaka muhafaza edilmelidir de, çatışmasızlığı her türlü tehdit ve provokasyona karşı mukavim kılan bir çözüm süreci dinamiği yok ise bu nasıl başarılacak?
Çatışma varken çözüm sürecinden bahsedilemez ama süreçte ipe un serilmişken de çatışmasızlık durumu risklere açık hale gelir, zaman içinde kırılganlaşır.
İşte, kaygı verici bir uyarı işareti önceki gün Lice’den geldi.
Bölgedeki “kalekol” diye adlandırılan modern karakol binası yapımına karşı direnen ve bu amaçla karayolu ulaşımını engelleyen aktivistlere askeri birliklerin ateş açması sonucu iki kişi öldü.
Çözüm süreci güvenle yürüyor olsaydı yeni karakol binalarına ihtiyaç olmayacak, bu gösteriler de yapılmayacaktı.
Lice’deki gibi kan dökülmeye devam edilirse “çatışmasızlık durumu”nu kontrol etmek giderek imkansızlaşır.
Bu bakımdan hükümet güçlerinin toplumsal olaylara müdahale ederken silaha başvurmaktan kesinlikle kaçınmaları gerekiyor. Ama son haftalarda ülkenin doğusu ve batısında yaşanan bu gibi olaylarda güvenlik güçlerinin ateşli silah kullanmakta geçmişe nazaran daha istekli davrandığını görüyoruz.
22 Mayıs’ta İstanbul’daki Okmeydanı Cemevi’nde Uğur Kurt’un polis kurşunuyla öldürülmesi, bu nevidendir.
Meselemizin kökünde, ülkede hızla büyüyen demokrasi açığı var.
Türkiye’deki demokrasi krizi derinleştikçe, otoriterlik norm haline geldikçe, devleti temsilen vatandaşla yüz yüze gelenler İnsan Hakları’na, anayasal haklara ve bireysel özgürlüklere saygıda daha kusurlu davranmaya başlıyorlar. Çünkü bu tür hak tecavüzleri için gereken cesaret en tepeden aşılanıyor ve devlet görevlileri giderek yaygınlaşan bir cezasızlık kültürünün konforunda vatandaşa karşı suç işlemekte beis görmez oluveriyorlar.
İktidar, çatışmasızlığı muhafaza etmek için sözde “çözüm süreci”nin üzerinde titrer görünse de bu durum, silah kullanma eğilimi artan hükümet güçleri karşısında Kürt göstericilere nihayetsiz bir muafiyet kazandırmıyor.
Türkiye’nin demokratikleşmesiyle Kürt sorunu arasında son tahlilde doğru orantılı bir etkileşim var ve bazıları nedense bunu görmek istemiyor.
Kimi sözde liberal iktidar yandaşları demokratikleşmeyi Kürt sorununun çözümüne indirgeyerek sorunlu vaziyetlerini idare ettiklerini sanıyorlar.
Halbuki Türkiye’nin toplam demokratikleşmesi, Kürt sorununa çözümden çok daha kapsamlı bir projedir. Çözüm, demokratikleşmenin sadece bir parçasıdır; bütünü değildir.
Muktedirin yanılgısı ise demokratikleşmeye angaje olmadan, tabiri caizse “Öcalan’la işi bağlayarak” Kürt sorununu bir çatışmasızlık durumunda tutabileceğini sanması.
Bir kısım Kürt siyasetçisinin çaresizliği de üzücü. Cumhuriyet tarihinde bulabildikleri yegane siyasi muhatap olan Başbakan Erdoğan’a mahkumlar çünkü.
Fakat iktidarın gündeminde demokratikleşme yok; bu nedenle Kürt sorununa inandırıcı bir çözüm perspektifi de sunamıyor. Diğer taraftan bu Kürt siyasiler Erdoğan’sız kalırlarsa muhatapsız da kalacaklarını biliyorlar ve bu onlar için tabiatıyla korkutucu. Çözüm perspektifi hem Erdoğan’dan hem de Erdoğan’sızlık ihtimalinden salimen azat olsun diye bunun bir yasayla hukuki çerçeve içine alınmasını nafile talep ediyorlar.
Çözümü tüm ülkedeki demokratikleşmenin çerçevesi içine almak yasasını çıkarmaktan emin olun daha kolaydır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.