Bir yanı aydınlık dünyanın, öbür yanı karanlık. Bilimde ve teknolojide yaşanan devrimsel gelişmeler, ekonomideki karşılıklı bağımlılık, ticaretteki hızlı dolaşım, iletişimdeki sınırsızlık ve karşılıklı kültürel etkileşim sayesinde nitel sıçramalar yapan dünyanın aydınlık Batı yakası, insanlığı etkilerini hissetiğimiz ancak, kavramakta ve adlandırmakta zorlandığımız yeni bir dünyaya taşıyor. Genetik biliminde, teknolojide ve uzayın keşfinde önemli aşamalar kaydeden, bunun çok yönlü gelişmeleriyle hayatımıza derinden nüfus eden Batı dünyası, ortak pazar, ortak kültür, ortak ruhi şekillenme ve giderek de ortak bir dil etrafında entegre olan yeni bir ulusun; ‘dünya ulusunun’ oluşumuna öncülük ediyor. Burada birbirinden çok farklı topluluklar, dini ve etnik gruplar sahip oldukları özelliklerini karşılıklı etkileşim içerisinde birbirleriyle paylaşıyor ve bu sayede ‘kültürel akrabalıklar’ oluşturuyor.
Farklı etnik, dini, mezhepsel ve kültürel dinamikler giyim kuşamlarından kullandıkları araçlara, damak tadlarından sanatsal aktivitelerine kadar ürettikleri kültürel zenginliği, ‘ortak değer’ haline getiriyor ve böylece karşılıklı saygı ve hoşgörü temelinde hem birarada yaşama iradesini güçlendiriyor hem de hayatı zengin, anlamlı ve verimli kılıyor. ‘Milli toplumun’ yerini ‘mülti-kültürel’ toplum alıyor. Milli gurur, üstünlük, kibir, milli ahlak gibi değer yargıları tarihe karışıyor. Bunların yerine insan odaklı yeni değerler sistemi yerleşiyor. Etnik, dini, mezhepsel ve kültürel kimliklerin bir zenginlik aracı değil de, bir üstünlük aracı olarak ele alındığı, her kimliğinin bir diğerini ötekileştirdiği dünyanının zifiri karanlık Doğu yakasında ise yürek parçalayan etnik köken, din ve mezhep savaşları yaşanıyor. Batı’da daha mutlu, daha özgür ve daha zengin bir hayatın yaşanmasına aracılık eden kimlikler, Doğu’da birbirini boğazlamanın, mutsuz, huzursuz ve yoksul kılmanın araçları olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar sahip oldukları kimliklerini birarada yaşamak için değil, birbiriyle savaşmak için kullanıyor. Böylece her kimlik onu taşıyan için kanlı ve karanlık bir tuzağa dönüşüyor.
Elbette dünyanın iki yakası arasındaki bu uçurum ve uyumsuzluk Batı’nın izlediği politikalardan kaynaklanıyor. Zira, yaşanan çatışma ve boğazlaşmaları o tetikliyor. Bilimde ve teknolojide yaşanan devrimsel gelişmeler sayesinde nitel sıçramalar yapan ve bir ayağı artık uzayda olan Batı, kendi içinde ‘mülti kültürel’ toplumlar oluşturur, mili olandan evrensel olana geçiş yaşarken, dünyanın zengin enerji yataklarına sahip Doğu’sunda ise tam tersini yapıyor. Buradaki zenginlikleri talan amacıyla çatışmacı bir ‘kimlik siyaseti’ izliyor. Farklı etnik, dini, mezhepsel ve kültürel kimlikleri ahlaksız çıkarlarının aracı haline getiriyor. Oraları birbirlerine karşı kışkırtıp savaştırıyor. Kendi coğrafyasında farklı etnik, dini, mezhepsel ve kültürel kimlikleri birbirleriyle kaynaştıran ve ‘kültürel akrabalıklar’ oluşturan Batı, Doğu’yu ise kimlik savaşlarının içine itiyor. Biz zamanlar uygarlığa beşiklik, insanlığa öncülük etmiş Doğu’yu kanlı bir karanlığın, açlığın ve sefaletin batağında tüketiyor. Kimlik tuzağına düşmüş Doğu toplumlarının bundan kurtulmaları da kısa vadede mümkün görünmüyor! Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, İran, Pakistan ve Afganistan başta olmak üzere Özbekistan’dan Sudan’a Doğu dünyasının içine düştüğü acıklı durum bunu gösteriyor. Öte yandan Batı ile Doğu arasındaki arafta; aydınlık ile karanlık arasındaki gri nokta kanlı ve karanlık 90 yıl geçiren Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı derin siyasi krizler de buradan kaynaklanıyor. Osmanlı sonrası oluşturulan ve özünde Batı’nın bir projesi olan ‘ulus devlet’ modeliyle Türkiye de düştüğü bu tuzağın bedelini ödüyor. Anadolu ve Mezopotamya topraklarının ruhuna yabancı ve ‘düşman’ olan ‘ulus devlet’ modeliyle Batı, bir yandan ‘iç çatışmaları’ sürekli ve kaçınılmaz kıldı, diğer yandan da buna dayanarak Türk devletini kendine bağlayıp, vesayet altına aldı. Kemalist elit kendi diktörlüğünün tescili karşılığında bu planı onayladı.
Böylece Türk devleti daha kuruluş aşamasında asli görevin ve misyonundan uzaklaştı. TC, Kavimler Kapısı’nın kadim kültürlerini; etnik, dini, dilsel, mezhepsel dinamiklerini zenginlik olarak kabul edeceği yerde dışladı. Farklı olana ‘düşman ve esir’ muamelesi yaparak yok etmeye çalıştı. Ancak başaramadı. Özellikle Kürt halkı buna karşı direndi ve sonunda da kazandı. Türkiye şimdi İmralı süreciyle birlikte yeni bir yol arıyor. Türkiye’nin iç çatışma ve dış bağımlılıktan kurtulmasının yolu ‘kimlik siyasetini’ artık bir kenara bırakmasından, bütün kimliklerin kendilerini özgürce ifade edecekleri insan odaklı yeni bir sistem kurmasından, ‘özgürlerin birliği’ temelinde yeni bir gelecek inşa etmesinden geçiyor. Ne var ki iktidar bu konuda güven vermiyor. ‘Yeni Türkiye’nin mimarı’ AKP, Türklüğün yerine insanı değil, İslamı yerleştirmeye çalışıyor. ‘Etnik kimlik’ tuzağından kurtulayım derken şimdi de ‘dini kimlik’ tuzağına düşüyor. ‘Ilımlı İslam’ modeliyle bu yapılmak isteniyor. Bu da geleceğin de heba edileceği anlamına geliyor. Bunu önlemenin yoluysa İmralı süreciyle hızlanan Türkiye’ye demokrasi, Kürdistan’a özgürlük mücadelesine destek vermekten geçiyor!
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.