Sonbaharın şu erken günlerinde en keyif veren şey, şüphe yok ki milli basketbol takımının dünya şampiyonasında yaşadığı başarılar oldu. Sporun keyfi kadar, insanın ait olduğu ülkeyi, toplumu temsil eden takımın başarısı, bir tür "toplumsal serotonin" salgılıyor.
Mutlu olmak, neşelenmek, başarıyla özgürlüğü daha çok hissetmek, başarı artıkça onu sıradanlaştırmak...
Çarşamba günü çeyrek final, cumartesi yarı final ve pazar final... Takımın son basamağa kadar ilerleyeceğine dair umut ve beklenti herkes gibi bende'de yüksek...
Malum, Pazar günü 12 Eylül...
İnsanlar hem referandum için sandığa gidecekler, hem referandum sonuçlarının beklendiği bir saatte basketbol final maçını seyredecekler. Türkiye finalde yerini alırsa, reyting yarışmasında siyaset sporla karşı karşıya gelmiş olacak ve ikincisi hiç şüphe yok ki açık arayla, ezici farkla kazanacak...
Siyasetin sıradanlaşması için iyi bir deneyim olacak bizler için...
Umarız olur, sadece sportif açıdan, onun yaydığı serotonin etkisi değil, aynı zaman da aşırı siyasileşmiş zihinleri bir an olsun normalleştirmek, siyasi kavgaları görece hale getirme açısından...
Ama öte yandan hayat devam ediyor...
Referandum kampanyası hız alarak alabildiğine sürüyor.
Bu kampanyayı pek çok farklı açıdan okumak mümkün, hatta farklı açılardan okumak Türkiye'yi anlamak için gerekli...
Bir yanda şu var, işin asli boyutu var:
Türkiye yaşadığı değişim sürecinde derinleşebilmek için kamuoyuna başvuracak, çıkacak "evet" ya da "hayır" sonucu özellikle bu açıdan belirleyici olacak.
Öte yanda şu var, işin siyasi boyutu var:
Kafası karışık, kutuplaşmış bir toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Adil Gür'ün iki önce Neşe Düzel'e söylediklerini veri alacak olursak, yüzde 65 oranında "hayırcı" olan eğitimli, zengin ve Batı'da yaşayan seçmen ile yine yüzde 65 oranında "evet"çi olan Anadolulu, alt ya da marjinal toplumsal kesimler arasında bir kutuplaşma bulunuyor...
Sınıfsal yapıları, toplumsal tabakalaşmaları anlamaya çalışanlar için bir kez daha ders niteliği taşıyor bu tablo... Coğrafi ögelerin, toplumlaşamama halinin, kültürel kırılmaların ülkenin siyasi hayatında ve siyasi davranışlarda ne denli belirleyici olduğunu anlatıyor.
Kültürel ya da coğrafi veya eğitimsel yerleşik seçkinler ile yeni ya da kenardaki toplumsal aktörler arasındaki rekabet, mevcut kutuplaşmanın ruhuna uygun bir biçimde, hatta bu kutuplaşmanın nedenlerini tarif eder şekilde, her iki kesim demokrasiye farklı anlamlar verdiği için bu kadar keskin oluyor.
O yüzden referandum kendisinin ötesinde bir durum ifade ediyor.
Bir taraf, yeni aktörler, demokrasiyi gasp edilen haklarını alma, diğerleriyle eşit durma imkânı olarak görürken, diğer taraf, seçkinler ve üst tabaka demokrasiye kendi ayrıcalıklarını koruma, kendi yaşam biçimlerini garantiye alma aracı olarak bakıyor...
Bu arada bu rekabetin yöntemleri her iki taraf açısından da her geçen gün daha sorunlu hale geldikçe çatışma daha da sertleşiyor. Bir taraf tehdit, gündem çarpıtma, askere dayanma, yargı tehditleriyle yol alıyor, diğer yanda usulsüzlükler, etik dışı dinlemeler ve kimi tartışmalı dosyalar git gide göze batıyor ve bu koşullarda daha önce de söylediğimiz gibi aşırı siyasileşme tam bir depolitizasyona yol açıyor.
Referandum kampanyası, yukarıda altını çizdiğimiz demokratikleşme toplumsal destek ve meşruiyet olarak adlandırdığımız asli boyutunun dışında, bu bölünmüş hali, rekabetteki kirli kavgaları, bunların seçmenleri nasıl etkilediğini gözler önüne sermektedir...
Ortak paydaların silinmesine işaret eder bu tablo...
Önümüzdeki dönem bu sıkıntının nasıl aşılacağı ülkenin temel meselesi olmalıdır...
Çatışma ve süreklilik üzerinden seyreden değişim modeli, doğru raya oturmak zorundadır...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.