Türkiye'deki zihniyet dönüşümünün tezahürlerinden biri, laik kesim içinde kendisine 'demokrat' diyenlerin çıkması ve demokratlığın herhangi bir modern ideolojiden bağımsız olarak algılanmaya başlanması oldu.
Böylece demokratlık herkesin sahip olduğunu düşündüğü bir algı filtresine dönüştü. Öyle ki bu kavramın epistemolojik temeliyle ilgisiz, hatta bu temele aykırı bile olsa birçok kişi bugün 'demokratlığı' bir ölçme kriteri gibi kullanabiliyor. Son dönemde bu tartışma özellikle Kürt meselesi bağlamında çok revaçta. Bir yanda Kürtlerin yıllardır maruz kaldıkları eziyet ve devletin halen devam eden duyarsızlığı var. Örneğin Kürtçenin öğrenilmesi bile hâlâ mümkün değil ve bu durumu haklı çıkartacak herhangi bir gerekçe de düşünülemez, çünkü temel bir insan hakkı ihlali ile karşı karşıyayız. Diğer yanda ise PKK'nın konuşmayı araçsallaştıran ve şiddeti ilkesel bir tercih haline getiren stratejisi bulunuyor. Bu durum sadece masum insanların hayatına mal olmakla kalmayıp, Kürtlerin düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine de vesayet koyuyor.
Dolayısıyla demokratlık açısından bakıldığında iki tarafın da savunulacak bir hali yok. Yaşanmışlıklar ve sorunu yaratan sorumlulukların asimetrik bir durum yarattığı ne denli doğruysa, çözüme yönelik sorumlulukların da o denli simetrik hale geldiğini görmezden gelemeyiz. Diğer bir deyişle 'sorumluluk yükü' sorunun yaratılmasında ve çözümünde ille de paralel gitmiyor. Nitekim şiddet de, yine sorunun ifade edilmesinde ve çözümünde, aynı düzlem üzerinde yer almıyor. Basit bir örnek vermek gerekirse, 'PKK olmasaydı devlet Kürt sorununu görmeyecekti' denmekte. Bunu sınama şansımız yok, çünkü belki PKK farklı bir strateji uygulasaydı da yine devlet bu noktaya gelebilirdi. Ama önermeyi doğru kabul edelim... Mesele şu ki, şiddet devletin bu sorunu 'görmesini' sağlasa da, 'çözmesini' sağlamaz. Bu nedenle de şiddetin devamı bir süre sonra çözümü olanaksız kıldığı ölçüde, devletin bu sorunu 'görmüş' olmasını da anlamsız kılabilir.
Kısacası sorunun görülmesi, kabullenilmesi, itirafı gibi durumlar devletin yapması gerekenleri ima ediyor, ama 'çözüm' hedefi tarafların karşılıklı olarak yapmaları gerekenlere gönderme yapıyor. Görünen o ki bu durumun idrak edilememesi, laik kesim aydınları arasındaki yeni tartışma ve atışmaların da temelini oluşturmakta. Bir taraf şöyle demekte: "Her türlü şiddete karşıyım' diyenler aslında steril bir demokratlık yapıyorlar." Diğerlerinin görüşü ise şu: "Ben mağduru eleştirmem' diyenler aslında steril bir demokratlık yapmakta."
Her iki tarafın da demokrat kelimesine sahip çıkması iyiye alamet ama ortada kategorik bir uyuşmazlık var ve bu bakışlardan sadece biri demokrat. Diğerine ise belki şimdilik 'solcu' demek durumundayız. Önce bir farklılığa işaret edelim. Demokratlar için her türlü şiddete karşı olmak ahlaki bir duruşken, aynı önerme solcular için siyasi bir tavır. Buna karşılık mağduru eleştirmemek de solcular için ahlaki bir duruşken, demokratlar bunu siyasi bir tavır olarak değerlendirmekteler. Öte yandan her iki taraf da siyasetten kaçınan ve ahlaka sığınan yaklaşımları 'steril' bulmakta, bunların bir tür kolaycılık olduğunu savunmakta. Böylece her iki tarafın da birbirini apolitik davranmakla 'suçlayabilecekleri' bir algı farklılaşması yaşanıyor.
Geçenlerde Taraf Gazetesi'nin iki yazarı, Nabi Yağcı ve Halil Berktay, aynı günkü köşe yazılarında birbirlerine tamamen zıt pozisyonlar alırlarken aynı kavramı kullandılar ve karşı tarafın 'steril demokratlık' yaptıklarını söylediler. Ancak eğer 'demokratlık' diye felsefi kabulleri belli bir zihni tavır tanımlayacaksak, açıktır ki bu iki yazardan sadece biri haklı olabilir. Söz konusu zihniyet, siyasi düzlemde şeffaf ve samimi bir konuşma kültürünün sahiplenilmesini, bu temel üzerinde katılım, ikna ve konsensüs arayışını ima eder. Epistemolojik düzlemde ise, gerçekliği bilemeyecek olan insan zihninin ancak etkileşim içinde geçici ortak doğrular aramasını meşru kılar. Siyasi ve epistemolojik olanın birleşimi bizi çok temel bir ahlaki mesele ile karşı karşıya bırakır: Gerçekliği bilemeyeceğimize göre başkalarını bir konuda ikna etmeye çalışmanın sınırı nedir? Cevap bu sınırın ancak özeleştiri ile çizilebileceği, bir farkındalığı gerektirdiğidir. Yani demokratlık, öznenin üstlenmiş olduğu sorumluluğun yükünü taşımasıdır...
Yukarıdaki tartışmaya dönersek, şiddet bir özne değil... Şiddete karşı olmak, bir davranış biçiminin özneden bağımsız olarak ele alınmasını ifade eder. Oysa mağdur bir öznedir... Haksızlığa uğramış olması, onu kendi sorumluluğunun yükünü taşımaktan kurtarmaz. Taraf'taki tartışmada da haklı olan Berktay... Diğer kanadın da söyledikleri tamamen yabana atılamaz belki, ama demokrat zihniyet içinden konuşmuyorlar. Genelleme pahasına, bu arkadaşların esas olarak 'solcu' olduklarını ve bütün demokratlık heveslerine karşın, son kertede hâlâ onları otoriter sulara çeken ideolojinin etkisinden kurtulmakta zorlandıklarını ileri sürmek pek yanlış olmaz sanırım.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.