Geçtiğimiz hafta sonu değerli bir gazeteciyi ebediyete uğurladık, bir başkası için de anma töreni yaptık. Birand da, Dink de farklı kişilikleri ve mücadeleleriyle etkileyici insanlardı, bu yüzden törenleri hayli kalabalık bir katılımla yapıldı. Ben Hrant Dink’in anma törenindeydim.
Arkadaşlarla Şişli Camii’nde buluşup önce öğle namazlarımızı kıldık, sonra korteje katıldık. Kortejle yürüyüşümüz sırasında, atılan sloganların büyük çoğunluğu ile bir fikirdaşlık ve duygudaşlık bağımın olmadığını hissettim. Klişelerin bir gücü var şüphesiz, ancak çok kullanıldığında etkisini yitiriyor bence. Her dem tazelenmiş bir şeyler söylemeyi becerebilmemiz lazım diye düşündüm yol boyunca.
AGOS’a geldiğimizde, izdihamdan sıkışma tehlikesi yaşayarak yukarı çıktım. AGOS’un açık penceresinden, onlarca kameranın bir duvar gibi dizildiğini ve sonunu göremediğiniz bir insan kalabalığının alanı doldurduğunu görebiliyordum. İlk defa geldiğim AGOS, Hrant’ın aile fertleri ve arkadaşları ile doluydu. Bir müddet sonra Noam Chomsky de geldi, böylece ünlü düşünürü yakından görme ve tanışma şansına eriştim. Saat 15:00’te saygı duruşu ile birlikte konuşmalar faslına geçildi ve bu yılki anma konuşmasını balkondan ben yaptım. Daha sonra Chomsky ve Rakel de gayet anlamlı birer konuşma yaptılar.
Derin devlet, işbirlikçisi medya ve tetikçiler marifetiyle öldürülmüş bir yurttaşın, bir değerin, bir güzel insanın acısıyla, özlemiyle, altı yıldır tecelli edemeyen adaletin yerine gelmesi içindi bütün sözlerimiz... Ancak, anlaşılmaz (ya da çok anlaşılır) bir şekilde medyanın sansürüne uğradık. Böylece, medyanın “zararlı” görüntüleri göstermeme konusunda nasıl “tam bir mutabakat” içinde olduğunu da görmüş olduk. Birand hayatta olsaydı, o da bu sansüre katılır mıydı, bilmiyorum doğrusu.
Daha birkaç ay önce, kanalında başörtülü spiker ya da sunucu çalıştırmayacağını, çünkü bunun kanalın marka değerini düşüreceğini söylemişti. Bu yüzden, Hrant için adalet isteyen başörtülü bir kadını ekrana taşır mıydı, yoksa o da mutabakata uyar mıydı, gerçekten bilemiyorum. (Ayrıca onun bu sözü de hiçbir feministin tepkisini almadı takip edebildiğim kadarıyla.) Ben 19 ocak günü, Allah ve tarih önünde konuşmuştum, ikisinin de kaydettiğini biliyorum; bu yüzden bizim medyanın kasıtlı körlüğü için “kendilerine yakışanı yaptılar” demekten başka sözüm yok.
Söz başörtüsünden açılmışken, devam eden başörtüsü yasakları ile ilgili önemli bazı gelişmelere de değineyim. Özgür Eğitim-Sen’in, 17 Aralık 2012 tarihinde başlattığı ve her pazartesi günü “serbest kıyafet giyme suçunu işlemek” şeklinde gerçekleştirilen “Özgür Pazartesi” eylemi, başka sendikalarca da desteklenerek sürüyor. Hükümete yakınlığıyla bilinen yetkili sendika Eğitim-Bir-Sen de, hem benzeri bir eylem gerçekleştirerek hem de Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW) atıfta bulunarak “1982 model darbe ürünü çağdışı kılık ve kıyafet yönetmeliği”nin acilen değiştirilmesini talep ediyor. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın hazırlanan yeni YÖK yasa taslağına, bilimsel ve akademik özgürlüklerin parçası olarak, “bilimsel faaliyet gösterme haklarının kılık-kıyafet sebebiyle sınırlanamayacağını ve engellenemeyeceğini” özel olarak, ittifakla koyduklarını açıklamış olması da sevindirici bir haber. Ayrıca BDP milletvekili Altan Tan’ın, orta ve yüksek öğretim kurumlarında başörtüsü kullanmanın serbest olmasına dair TBMM’ye sunduğu yasa teklifi de, hükümet tarafından nasıl karşılanacağını henüz bilmesek bile, önemli bir adım.
Başörtüsü / Kürt kelimelerinin “sorun” sözcüğü ile akrabalıkları bakalım ne zaman bitecek? Bekleyip göreceğiz inşallah!
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.