Geçen akşam yatağa uzanıp tam gözlerimi yummuştum ki, bir anda içime bir kurt düştü. Nereden geldiyse, birkaç yıl önce Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla Taksim’de yaptığım bir görüşme geldi aklıma. O dönem Öcalan’ın avukatları bazı gazetecilerle (daha sonra ‘devletin’ de onayı ile yapıldığını öğrendiğim) bir dizi görüşme yapmıştı. Açılım arifesinde, herhalde kamuoyunu hazırlamak amacıyla sağdan, soldan, muhafazakâr, sosyalist demeden birçok gazeteci ve genel yayın yönetmeniyle görüşmüşlerdi.
Buraya kadar güzel. Güzel de, o görüşmelerden birinde, ya da o dönem hatırlayamadığım bambaşka bir yerde, birilerinin bana Öcalan’ın ‘KCK yapısını’ anlattığı bir-iki kitap verdiğini hatırladım. Kitapların içinde olduğu kilim desenli naylon torba net bir şekilde gözümün önünde canlandı. İrkilip doğruldum. Ama imkân yok tam olarak kimin ya da ne zaman verdiğini hatırlamıyordum.
Tek hatırladığım, o kilim desenli naylon torbayı o gün arabanın bagajında bıraktığımdı. Kimse kusura bakmasın, ama benim araştırmacı gazeteciliğim buraya kadar. Oturup da, zaten 2008’den varlığını bildiğimiz, devlette gizli temasları götüren insanların da (en azından o dönem) pek ciddiye almıyor göründüğü ‘KCK’ ile ilgili Öcalan’ın yüzlerce sayfalık tariflerini okuyacak halim yoktu. Unuttum gitti...
İyi de, ‘O zaman kilim desenli torba ve kitaplar hâlâ arabanın bagajında olmalı’ diye düşündüm. Arabanın bagajı zaten çöplük gibi. Ne var ne yok belli değil. Bir anda bir gece alkol veya kimlik kontrolünde ya da herhangi bir alışveriş merkezine girişinde bagajı açtıklarında kitabın ortaya çıkıverdiğini hayal ettim. İster misin bizi de KCK diye ‘hoop’ gözaltına alsınlar. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Başlasın gazetelere servis, eski yazılardan olmadık alıntılar, kim bilir bilmem nerede ettiğimiz lafların copy-paste yapılmış halini şehvetle ellerinde dolaştıran muhbir-yazar tayfası. Gecenin o saatinde neredeyse pijama, terlik, üşenmeden kalkıp arabaya gidecek, bagajı boşaltacaktım. (Neyse ertesi gün ilk iş yaptım.)
Gerçek şu ki, sakat dönemlere girdik. Prof. Büşra Ersanlı ya da Ragıp Zarakolu çok istisnai koşullarda gözaltına alınmış değil. Son bir yıl içinde ‘yanlış’ düşünen, ‘yanlış’ adamlarla arkadaşlık eden bir dizi gazeteci, akademisyen, öğrenci kendini gözaltında buldu. ‘Yanlış’ karar veren hâkimler, anında şutlandı. Savcılar keza.
Devrimler kanlı olur, yeni elit eskilerin gözünün yaşına bakmaz. Ama Türkiye’de yaşanan, Türkiye’nin sınırlarının ötesinde bir anlam taşıyor. Özellikle de Arap Baharı sonrasında. Karşımızda Arap Baharı’nı, Ortadoğu’da diktatörlerin yıkılmasını destekleyen demokrat kafalarımızın kavramakta zorlandığı yepyeni bir paradoks var.
O da şu: Nasıl oluyor da iktidarı %50’yle almış, son derece rahat olması gereken bir hükümet, her geçen gün daha az değil daha baskıcı oluyor?
Nasıl oluyor da, Kemalist-modernist eliti yıkarak Batı’nın da desteklediği bir demokrasi hamlesiyle iktidara gelen kesim, zaman içinde liberal değerleri bir bir önemsizleştirerek kaşla göz arasında yeniden eski ‘ulusal güvenlik devletini’ hortlatmayı seçiyor?
Daha da önemlisi, bu, kısa dönemli, 5-10 yıllık bir otoriterleşme mi, yoksa siyasal İslam özgüvenini kazandığı zaman parlamenter yapı içinde bile otokratik unsurlardan kurtulamıyor mu?
İnanın bunlar teorik sorular değil. Militarist-demokrasiden teknolojik altyapısı daha başarılı ama kafa yapısı çok da değişmemiş gözüken bir polisiye-demokrasiye geçen Türkiye’nin durumu, ileride Mısır’ın, Tunus’un, Suriye’nin de hangi istikamette gideceğine de işaret ediyor. Bu yüzden de dünya nefesini tutmuş izliyor burada olan biteni.
Dün Hüseyin Gülerce Zaman’da liberallerle muhafazakârların artık yollarının ayrıldığını anons ederken, ‘Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi’ diyor. Son dönemin en önemli yazısı.
Bu yol ayrımında belirleyici olan yegâne unsur, Nedim Şener, Ahmet Şık, diğer tutuklu gazeteciler ve Büşra Ersanlı’nın durumunda da gördüğümüz gibi, ‘ifade özgürlüğü.’
‘Bazen bir kitap da, bir siyaset akademisi de bomba kadar tehlikelidir’ diyen muhafazakârlar, demokrasiyi kurallarıyla oynamak istiyor, parlamenter temsil istiyor, ancak iş ifade özgürlüğüne gelince ‘istisna’ talep ediyor. Oysa ifade özgürlüğü demokrasinin ‘olmazsa olmazı.’
Ama ben yine de, bütün çirkinliğine rağmen bu otoriterleşmenin geçici olduğuna inanmak isteyenlerdenim. 5-10 yıllık bir ‘öğrenme’ sürecinden sonra iyi kötü muhafazakârların da liberal değerleri ‘ama’sız özümseyeceğini, tehdit algısının azalacağına, özellikle genç nesillerin bugünkü ‘yaşlı’ karar vericilerden çok farklı olduğuna inanmak istiyorum.
Ama kim bilir. Belki de ben safım! Belki de Türkiye kendi coğrafyasının zihinsel sınırlarını bir türlü aşamayan bir ülke.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.