Tam elli dokuz yıl oldu. Elli dokuz Mart ayı geçti. Her 23 Mart geldiğinde, canlanan bir hatıra var. Hayattayken rahat verdirilmeyen bir mazlumun hatırası. Ölüsüne de tahammül edilmedi. O mazlum Said-i Nursî’dir. Darbeci 27 Mayıs Cuntası, Menderes’i ipe, O’nu -bizce- “meçhule” gönderdiler. Bizce diyorum, çünkü devleti temsil eden(!) darbecilerce her şey malumdur; arşivlerinde kayıtlıdır. Devlet’in, “hizmete özeldir” dediği mahrem yerde...
İdamından otuz yıl sonra Adnan Menderes’e “iade-i tibar” edilir; mezarı -bizzat devletçe yaptırılan- İstanbul’daki “anıt mezar”a nakledilir. Ne var ki, Said-i Nursî’den elli dokuz yıldır haber yok... Hala naaşının nereye kaçırıldığı bilinmemektedir. Dergâh’taki(Urfa) mezarı ise boş beklemektedir. Tüm çağrılara rağmen, yetkililer, “sağır sultanlığa”, akraba ve mensupları ise “sahte” bir “vasiyetname”ye yaslanmaktadırlar. İç burkan bir dram. Halbuki hukuk devleti, yalnızca dirilere değil, ölü vatandaşlarına da sahip çıkar. Hem de beşikten mezara kadar. Ortada tam bir “vurdumduymazlık” var. Anlaşılır gibi değil?
Bir zamanlar siyasîlerimizden bir yetkili, “Arşivler açılacak!”, “Hiç bir şey gizli kalmayacak!” demişti. Umutlanmıştık. Bu umutla, başta Said-i Nursî Hazretlerinin olmak üzere, Seyyid Rıza ve Şeyh Said gibi zevatın mezarlarının tespit edileceğini, itibarlarının verileceğini beklemiştik. Heyhat, ne ham hayallerin peşindeymişiz... Yıllar geçti, beklentilerimiz boşa çıktı; “tozlu raflar”dan indirilen bir şey olmadı. Milyonları bulan Nur Talebeleriyle birlikte diğer iki zatın da sevenleri hayal kırıklığına uğradı; kalbi ve hayalleri kırık yüzbinler...
“Hafıza-i beşer nisyan ile malül” de olsa, hatırlatmakta fayda vardır; herkesin ve kesimin de “kırmızı çizgiler”i vardır. Bu çizgi, yalnızca devletler için değil, aileler, muhipler ve mensuplar için de söz konusudur...
Devlet, “uydurulmuş sahte vasiyetnameye” itibar etmemelidir; sorumluluğu icabı, “arşivlerim ne diyor” demeli, mahremine inmelidir. Zira kaçırılmış naaşın sırrı oradadır; devletin mahremindedir. Bu düğümü yalnızca o çözebilir. Ketum davranmamalıdır. Mezarı parçalayanlar, naaşı(cesedi) kaçıranlar, -cuntacı da olsalar- devletin yetkilileriydiler. Günah, devlet adına işlenmiştir. Bu itibarla, naaşı, Urfa’daki merkadine onlar iade etmelidirler; yoksa günah müşterekleşir; devletle birlikte, mevcut iktidar da zan altında kalır.
“Ezberlerini itikad haline getiren” bir kısım Nurcuların savundukları “sahte vasiyetname”, ya “korku” ve “tehdit” altında, ya da naaş hırsızlarıyla varılmış bir mutabakat(anlaşma) varakasıdır. “Lahikalar”a ilave edilmesi, ya doğrudan doğrudan naşirlerin işi, ya da onlar üzerinde müeesir kimi ağabeylerin dayatmasıyla olmuştur. Bu işte, “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil feda edilir” düsturu kullanılmış olabilir. Yani “Bu vasiyetnameyi yayınlamasak, Külliyat’ın basımı engellenecek” maslahatçılığı sözkonusu edilmiş olabilir. Malum, “tahrifatçılık”ın gerekçelerinden biri de yine aynı maslahatçılıktır. Her ne ise, doğrusunu Allah bilir.
Uydurulmuş vasiyetnameye dair bazı tespitlerimi arz etmekte fayda görüyorum (Geniş izahat için, önceki yazılarıma bakılabilir):
Önce, Nursî’nin “Lahikalar”da(Emirdağ) geçen vasiyetlerine bakalım: İlki, “Üstadımızın Vasiyeti” başlığıyla verilen kısa ve öz bir vasiyettir. Altında “Said Nursî” imzası var. Bu vasiyette “kabir/mezar” bahsi geçmez. (Üstad’ın kendi el yazısıyla orijinal belgesi önceki yazılarımda mevcuttur, bakılabilir). İkincisi, “Vasiyetnamenin Haşiyesi” başlığıyladır. Kısa ve öz bir mektup. Bunda, “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler” diyor. “Kabrim bilinmesin” demiyor. Yine, altında kendi imzası var. Üçüncüsü, “Vasiyetnamenin Bir Zeyli” başlığıyladır. Biraz daha uzun. Muhtevası, “hediyeleri kabul etmemek” ve “Nurların tab’ından hasıl olan gelirin, hayatını Nura vakfetmişlere verilmesine” dairdir. “Mezar” bahsi geçmez. Altındaki imza kendisine aittir. Dördüncüsü, “Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilan ediyorum” başlığıyladır. Bir sayfa kadardır. Bunda da “mezar” bahsi yok; hizmetinin geleceğine dair tayin ettiği vekiller ve yine Nurların sermayesinin nasıl kullanılması gerektiğine dair izahattan ibarettir. Altındaki imza kendisine aittir. Onaylayanlar, isimleri açık talebeleridir. Beşincisi, “Aziz, sıddık kardeşlerim!” başlığıyladır. “Vasiyetname” gibidir. Bunda da Nurun sermayesinin, nasıl kullanılması gerektiğiyle alakalı tavsiyelerde bulunmuş. Mezar bahsi geçmez. İmza, kendisine aittir. Onaylayanlar, isimleri açık talebeleridir. Altıncısı, yaklaşık kırk sayfa sonra gelen “sözde vasiyetname”dir. Mektubun başlığı yoktur; “Vasiyetimdir” ya da “Vasiyetnameme Zeyildir” gibi bir ifadeye rastlanmaz. Altında imzası yoktur. Onun ağzıyla yazılmıştır. Onay verenler, isimsizdir; “Hizmetinde bulunan talebeleri” şeklindedir...
İşte bir kısım Nurcuların önüne barikat gibi dikilen, bu belgedir. Ne yazık ki bu sahte belge, Nursî’nin mezar taşına da işlenmiştir. Tabii ki mezarının parçalanıp naaşının kaçırılmasından sonra... Bu belgeye takılanlar, aslî vasiyetnameleri teğet geçerler; hatta kaale bile almazlar. Üstad’ın kaçırılmasını, gaybubete karıştırılmasını, “Beşer zulmetti, kader adalet etti” sözüyle tevil ederler. Cunta’nın cinayetini, kaderin adaletine vesile bilirler... Ne açılmaz ve anlaşılmaz bir düğüm! Üstad’ın “müdakkik”, “muhakkik” diye vasfettiği Nur Talebelerinin gelip durdukları noktaya bakın?!
Peki, ya sonra? Bir kısmı (isim vermiyorum), “Üstad, Isparta’da medfundur.” Bir kısmı, “Üstad Sav’da medfundur.” Diğer bir kısmı, “Hayır, Üstad Barla’da medfundur” der. Son bir kısmı ise, “Yok, Üstad hala Urfa’dadır; şehitlikte medfundur. Isparta’ya nakledilen kendisi değil, ölen bir askerdir. Ortada bir yanıltma vardır!” der. Görüldüğü gibi, “tedkik” ve “tahkik” ehli olması gerekenler, “Tehsabuhum cemi’a we qulubühüm şetta”(Sen onları derli toplu sanırsın, ancak kalpleri paramparça) ayetine şumulüne girmişlerdir. Ne diyelim? Hâl-i pürmelalimiz...
Evet, Üstad, Urfa’yı talep etmiştir; “Urfa’ya gidiyoruz!” diyerek sabahın 2’sinde biri şoför, üç talebesiyle Urfa’ya yönelmiştir. Rivayet doğru ise, “Rüyamda İbrahim Aleyhisselamı gördüm; beni Urfa’ya istiyor” demiştir. Ulaştıklarında, Demokrat Hükümeti’nin İç İşleri Bakanı, “İvedilikle Isparta’ya gönderilsin” talimatı vermiştir. Ancak O, ölüm döşeğindedir; “Ben buraya ölmeye geldim!” diyerek talimatı dinlememiştir. Ve elli sene önce söylediği “We’l-mewtu yewme Newrozina”(Ölüm bizim Newrozumuzdur” sözü tahakkuk etmiştir; Newroz günlerinden olan 23 Mart 1960’da ruhunu Rahman’a teslim etmiştir. Urfa’ya, Halilurrahman Dergâhındaki makberine defnedilmiştir. Tam 110 gün sonra, 27 Mayıs darbecileri, O’nun mezarına yönelmiş; “Sana rahat yüzü yoktur!” dercesine, mezarını kırıp cesedini kaçırmışlardır. O gün bu gündür, -hırsızlar belli de olsa- bu hırsızlık vakaası aydınlatılmamıştır; hırsızlanan Nursî’nin naaşından haber alınamamıştır.
Bazı sorular:
1- Sahte Vasiyetnamede belirtilen bir-iki talebe, -Nursî’nin kaçırılmasına rağmen- yerini, yani defnedildiği yeri nereden bilecekler? a) Cunta mı onlara haber vermiştir? b) Bunu kerametleriyle mi keşfetmişlerdir? c) Cunta, onu defnederken yanlarına o bir-iki talebesini mi almıştı?... Bu kabilden hüsnüniyetler, hüsnükuruntu olmaz mı?
2- Üstad, Barla, Sav ya da Isparta’yı istemişse, neden onca tehlike ve meşakkatleri göze almış, Urfa’ya gitmiştir? Oturduğu yerde(Emirdağ), kardeşlerinin kucağında ölemez miydi? Ya da “Beni Isparta’ya taşıyın; orada ölmek istiyorum” diyemez miydi?
3- Amaç, Üstad’ı Urfa’dan götürmek olsaydı; neden sabahın köründe, askerler eşliğinde, Urfalılara sezdirmeden kaçırsın ki?! Haydi, diyelim ki halkın galeyanından korkulsun; peki mezarını niye gizlesinler ki?! Madem kardeşi Abdülmecid’e imzalattıkları “mezar nakil(!) belgesinde”, “kendisine yakın olması” talebi vardır; o halde neden Abdülmecid’in gözleri kapatılmıştır; ona dahi gizli kalmıştır?!
4- Sahte vasiyetnamede belirtildiği üzere, Üstad’ın kaçırılış sonrası defnedildiği yere(ikinci mezar) vakıf bir-iki talebesi olması gerekirken, bu güne kadar kaç kişiden “biliyorum” sözünü işittik? Bunların tamamı Üstad’ın belirttiği o bir-iki kişi gurubuna mı dahildir? Halbuki, faz-ı muhal doğru da olsa, o bilmesi gerekenler şoförü Hüsnü Bayram, refakatçi talebeleri Zübeyir Gündüzalp ve Bayram Yüksel gibi sadık talebeleri olmalı değil miydi?
5- Naaş, “mezar nakil belgesi”ne göre, Isparta Şehir Mezarlığı’na defnedilmişse, resmî makamlar, neden “Urfa Mezarlar Müdürlüğüne sorunuz!” demektedir. Burada şüpheli bir durum yok mu?
6- Abdülmecid Nursî’nin “Cesede dokunduğumda henüz yeni ölmüş gibi taze ve yumuşaktı” demesi şaibeli değil midir? Yani Üstad yerine bir başka mevta(ölmüş asker) nakledilmiş olmasın mı? Zira kendisi vefat ettiğinde 30 kilo ağırlığındaydı; 110 günlük mezar hayatı da ilave olsa, nasıl olur da yeni ölmüş gibi cesedi taze ve yumuşak olabilir? Bunu da, meşhur olduğu üzere, “Üstad’ın kerameti” olarak mı yorumlayalım. Yoksa bu işe, “Sevk-i ilahî olarak Cuntacılar musahhar kılınmıştır” mı diyelim?
7- Bir insan, bir alim zat, şayet ki “mezarım bilinmesin” diyorsa, bu durumda nasıl kalkar da Urfa’nın yolunu tutar ve “Hz. İbrahim beni Urfa’ya istedi” diyebilir? Üstelik, “Isparta’ya döneceksin!” diyen yetkililere de ısrarla “Ben burada ölmeye geldim” diyebilsin?! Ya da Emirdağı’ndan Urfa’ya giderlerken, neden Torosların tenha bir yerinde ölümünü beklememiş de ağır hastalığına rağmen Urfa’yı istemiştir? Hem böyle bir talebin, Kur’an ve Sünnette yeri var mıdır? Said-i Nursî, nasıl olur da Kitap, Sünnet ve selef-i salihine muhalefet eder?!
8- Said-i Nursî, vasiyetini talebelerine yapmıştır; devlete değil. Ancak kendisiyle birlikte olup Urfa’ya gelen talebeleri, “Üstadımız Urfa’ya değil, bizler hariç, kimsenin bilmediği bir yere defnedilecektir! Zira vasiyeti o yöndedir!” dememişlerdir. Aksine, onların güzü önünde ve rızaları dahilinde Dergâh’a defnedilmiştir. Çünkü Üstad’ın “bilinmesin” gibi bir vasiyeti yoktu. Aksine, “bilinsin” diyor; “Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan, nöbetle birer adam kabrimin yakınında durup bu manayı(uzaktan fatiha okumak, manevi dua ve ziyaretin kâfi geleceğini) ziyarete gelenlere bildirsinler.”(Emirdağ Lahikası, c. 2, s. 439) demektedir. Vasiyet bu iken, onu nakzedercesine, O’na nisbetle söylenmiş rivayetlerin ne ehemmiyeti var?
Aslında, sahte vasiyetnamenin her cümlesi masaya yatırılabilir; ondaki ifadelerin Bediüzzaman’ın inanç ve fiiliyatına ne derece ters düştüğü ortaya konulabilir. Ancak dediğim gibi, ezberlerini itikad haline getirmiş kimseleri ikna etmek kolay değildir. Muhattap da değillerdir. Bu işte medhali olan, bizzat devletin yetkili ve etkili ağızlarıdır. Sözlerimiz onlaradır. Talebimiz onlardandır. Diyeceğimiz, milyonların kalbinde yer etmiş Said-i Nursî Hazretlerinin adına okul açacağınıza, eserlerini bastıracağınıza, resmî kanallarla sempozyumlar düzenleyeceğinize evvela onu Dergâh’taki mekânına iade edin! Yoksa, ondan yana kalplerde açılmış cerihayı hiç bir pansuman tedbir iyileştiremeyecektir. O ceriha, hep kanayacak, hep kanayacak…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.