Başbakan geçenlerde BDP’yle aradaki zayıf, koptu kopacak ipten bahsetti..
Ama son grup toplantısında “BDP’li kalleşler” diyerek bu ipi kendi eliyle kopardı.
Sanırım bu söylemle beraber, artık zayıf veya değil arada bir ip filan da kalmadı.
Belki de istenen buydu belki de bu bir siyasi tercih, ama sonuçları itibariyle her iki halkın ilişkilerine, AK Partiye zarar verecek bir siyasi tercih..
Bu sözler, sadece BDP’ye oy veren üç milyona yakın Kürt’ü incitmekle kalmayacak, AKP’ye neredeyse bunun iki misli oy veren Kürtleri de incitecek ve zor duruma sokacaktır.
Söyleyecek fazla söze gerek yok sanırım.
Uludere katliamı gibi, “Kalleş BDP’liler” söylemi de tarihe geçti, tarihe mal oldu.
Bundan sonra AKP’nin Kürt halkıyla ilişkileri hiçbir şekilde eskisi gibi olmayacaktır ve bunu anlamak için siyaset sosyologu olmaya gerek yok.
Türkiye’ye Başkan olmak isteyen bir liderin, kendi yurttaşlarını bu ifadelerle suçlaması, her ulusal safların “milli esaslarla” tahkim edilmesini sağlamaktan başka bir işe yaramaz.
Sayın Başbakan’ın hiç kuşkusu olmasın, Uludere katliamı olurken, Pınarbaşı’nda bombalar patlarken, ellerini sevinç içinde ovuşturanlar, “kalleş BDP’liler” sözüne de aynı oranda sevinmişlerdir.
Oysa Uludere’nin aydınlatılması yeni bir başlangıca yol açabilirdi.
Bildiğim kadarıyla, bir katliamın gayrı meşruluğu ve haksızlığı ilk defa ve bu ölçülerde tartışılıyordu.
Bu durum, toplumun geçmişte olduğu gibi bu türden devlet katliamlarını bir biçimde tolere edeceği ve suskunlukla karşılayıp onaylayacağı dönemlerin çok geride kaldığını gösteriyordu.
İhmal veya kasıt kelimeleriyle durumu izaha çalışmak, bu katliamın yarattığı trajediyi hafifletmeye yetmedi.
Hak ve adalet talep eden bir toplumda hangi gerekçeyle olursa olsun, sivillere karşı gerçekleşmiş bir katliamı meşru gösteremezsiniz.
Medyanız sustu veya susturuldu diyelim; dünyanın bütün gazetelerini ve gazetecilerini susturamazsınız. Bir gazetecinin yapacağı haber, yazacağı yazı, gelir sizin hakikate kapatmaya çalıştığınız ulusal gündeminize bütün haklılığıyla oturur.
Roboski katliamına kadar; bir halkın neden bu kadar kolayca bu kadar çok ve yüzyıla uzanan bir tarih boyunca sayısız katliamlara maruz kaldığını, her defasında bu katliamların çeşitli gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışıldığını ve suçun her defasında cezasız kalmış olmasını tartışabilmiş değildik.
Bir yönüyle buraya gelinmiş olması elbette memnuniyet verici olmalıdır.
Ama bu vahim hadisenin, PKK’yle mücadele gerekçesiyle üstünün örtüleceğinden endişe duymamak elde değil.
İnşallah yanılırım, ama Başbakan’ın son grup konuşmasının özü buydu.
PKK’yle savaşıyoruz ve böyle olaylar olabilir dedi Başbakan.
Bizde özellikle katliamlar ve devlet politikası sözkonusu olduğunda akademik çalışmaların çok yetersiz olduğu, henüz anlatıların ve olayların bir çeşit arşivlenmesinden ibaret bir aşamada olduğumuzu görmek gerekiyor. Oysa, Balkanlar’dan tutun da Ortadoğu’ya, Orta ve Batı Avrupa’ya kadar bazı ulusların uğradığı katliamlar üstüne yapılan bilimsel araştırmaların haddi hesabı yoktur.
Ve temel sorular bu araştırmalarda hep aynıdır:
Bir katliamı hazırlayan ortam nasıl oluşur?
Bir katliam, her zaman “terörle mücadele” esnasında mı meydana gelir?
Bir katliam, teröristlerle savaşan devlet güçlerinin, salt içine sürüklendiği psikolojiyle açıklanabilir mi?
Milliyetçilik, etnik hınç ve öfke, tarihte yaşanmış ağır travmalar, bir katliamın meydana gelmesinde nasıl rol oynar?
Kuşkusuz bu sorulara farklı açılardan, çok farklı cevaplar verilebilir.
Ama bu cevapların hiç biri, salt “terörle mücadele”nin haklılığına ve katliama maruz kalmış insanların yeniden keşfedilen “bazı suçlarını” tam da katliam zamanlarında hatırlamak ve öne çıkarmak gibi bir anlayışa hapsedilemez.
34 kişiye bomba yağdırıyorsunuz, onları katlediyorsunuz, sonra da “kaçakçılık yapıyorlardı ve zaten ölmeselerdi yargılanacaklardı” diyorsunuz..
Kaçakçılığın cezası ölüm mü?
Kaçakçıları, katliamlara uğrayıncaya kadar, zaten fuzuli ve fazladan yaşamış insanlar olarak mı görüyorsunuz?
Bu hem Uludere’yi hem başka katliamları meşrulaştırma, katliamları devleti koruma adına aklama çabasıdır ve bu zihniyet Cumhuriyet’ten bu yana şöyle işliyor:
Kürtler katliamlara uğradılar, çünkü devlete isyan ediyorlardı!
Kürtler katliamlara uğradılar çünkü, onlara bir lütuf gibi sunulan Türkleşmeyi, Kemalist modernleşme projesini kabul etmeyip direndiler!
Dolayısıyla,
Kürtler katliamlara uğratılabilir, çünkü medeni insanlar gibi pasaport kullanmak yerine sınırı kanunsuz bir şekilde ihlal ediyor ve sık sık pasaportsuz seyahat etme eğilimi gösteriyorlar!
Kürtler katliama uğratılabilir çünkü, Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi eşkıyalara inanıp dağlara çıkıyorlar!
Kürtler katliamlara uğratılabilir, köyleri boşaltılabilir ve yüz binlercesi sürgüne, göçe zorlanabilir, aydınları, siyasetçileri sokak ortasında infaz edilebilir, çünkü PKK’yi destekliyorlar!
Ve nihayet Roboski gibi olaylar olabilir, çünkü PKK’yle işbirliği halinde kaçakçılık yapıyorlar!
Sonra efendim güvenlik güçlerinin içinde bulunduğu savaş psikolojisini, yaşadıkları acıları, anlamak gerekiyor!
Kişisel olarak, bu acıları elbette anlayabiliyorum ve büyük saygı duyuyorum.
Ama Roboski’yi, bu standartlarda ve bu vicdan ölçüleriyle düşündüğünüz zaman, bir katliamı aydınlatmaya değil, meşrulaştırmaya yarayan toplumsal bir zeminin oluşmasına hizmet edersiniz.
Dünyadaki katliamlar tarihine bakıldığında, böylesi meşrulaştırma gayretlerinin, her defasında yeni katliamlara çağırdığını görmek çok zor değil.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.