Yıllar önce Zonguldak Kozlu madenine indiğimizde, yüzlerce metre derinlikte işçi arkadaşlarla ekmeklerini paylaşırken yaşadığımız duygu yükünü hâlâ unutamam. Madenin en dibinde, fareler yemesin diye tellere asılı azıklarını bizle paylaşırken sıraladıkları taleplerini yukarıda basın mensuplarına aktarırken, ne söylerseniz söyleyin, insanların deniz seviyesinin altındaki bu derinlikte kazanılan ekmek parasının kutsallığını anlamaları için, bu havayı solumaları gerektiğini anlıyordunuz. O gün mühendis arkadaşların, emekçilerin aktardıkları taleplerin tek bir tanesinin bile yerine gelmemesi, ne acıdır ki bugün Soma’da karşılaştığımız bu korkunç fotoğrafın belgesi. Kozlu’da asansörle aşağıya inerken her yüz metrede hissettiğiniz o tuhaf hüzün ve bunaltıyı unutmamız söz konusu değil. Madenci mezarlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki kayıplara yakın bir toplamı bulmuş durumda olduğunu bilmenizin ve bu sayının artarak devam etmesini değiştirememenizin öfkesi sizin sınıf bilincinizi belirliyor. Başbakan ve bakanlar, 1 Mayıs işçi bayramında Taksim alanına sendikaları sokturmama kararlılığının onda birini işçi katliamlarına karşı gösterseler, belki bu kadar işçi ölüme gitmeyecek, ailelerin yuvası sönmeyecekti. Katliama neden olan şirketin neredeyse avukatlığını üstlenmiş olan Çalışma ve Enerji Bakanları, “denetimlerin başarıyla gerçekleştiğini” dile getirdiler sıkılmadan. Şirketin denetimden geçmiş hali buysa, gerisini varın siz düşünün. ILO’nun 176 no’lu Maden Güvenlik sözleşmesini inatla niye imzalamadığınızı biliyoruz. Dünyada ve Avrupa’da işçi katliamlarında ön sırada olmayı “fıtrat”la açıkladığınızda, takdir-i fani cinayetleri, takdir-i ilahî diye sunduğunuzda sorumluluğu yaradana havale ediyorsunuz. Siyasi sorumluluğun üstlenilmesi yerine oraya buraya havale edilmesi artık bu toplumun canına tak etti.
Yüzlerce insanımızın katledildiği cinayetin bir siyasi sorumluluğunun olması, ilgili bakanların istifası için ölmesi gereken işçi sayısı eşiği nedir, merak ediyorum. Daha ne kadar ölüm olmalı ki siyasi sorumluluklarını hatırlayabilsinler? Geçen yüzyılın başındaki utanç verici ölümleri hâlâ mazeret olarak sunabiliyorsanız, orada artık fıtratınızda vicdan ve insanlıktan eser kalmamış demektir.
19. yy. vahşi kapitalizm dönemi ile bugünün teknolojisi ve kazanımlarını karşılaştıramayanlar, geçmiş yüzyılların rezillikleri ile kendilerininkini aklamaya çalışıyorlar. Peki yakın tarihte, bırakın Avrupa’yı, Şili’deki maden kazasında gösterilen özen ve başarıyla niye karşılaştıramıyorsunuz marifetlerinizi? Kamu çıkarının ön planda olduğu bir ülkede, bu kadar hoyrat bir kâr çılgınlığı ve hırsının topluma böyle ağır bir faturası söz konusu olabilir mi? Tuzla’daki tersane ölümlerini mecliste gündeme getirdiğimde, alt taşeron olmaksızın bu sektörde uluslararası rekabete dayanılamayacağını söylemişti yetkililer. Sonra da sektörde yaşanan krizin ve durgunluğun ardından düşen ölüm oranlarını başarı gibi anlatmışlardı. Hiç sıkılmadan sürekli olarak mazeret gösterme, bahane oluşturma, her türlü tepeden siyasi faaliyetin öncelikli kalemi olmasında insanı utandıran bir ısrar yok mudur? Sebahat Tuncel’in Soma’da yaptığı hastane ziyareti sırasında, işçi yakınlarından bazılarının, “her gün aleyhlerinde konuştuğumuz insanlar, bugün burada bizimle beraberler, helal olsun!” demeleri aslında çok şeyi özetliyor. Kamusal hafızayı ayakta tutmalıyız ki, bu yas sona erdiğinde hayat yine hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etmesin. Artık sözün bittiği bir yerdeyiz, ama hâlâ biteviye konuşuyorlar, bir laf ishalidir gidiyor. Hiçbir şey yok gibi pervasız ve pişkin davranıyor, halkın sabrını zorluyorlar. Biz adalet istiyoruz, hem de hemen ve bu dünyada. Adaletin dini, dili, milliyeti ve mezhebi yok. Ve biz insan hayatına değer verilsin istiyoruz, hem de hemen ve bu dünyada. İnsanın değerinin dini, milliyeti, sınıfı yok. Peki, bu talepler fıtratınıza uygun mudur? “Kazadır, olur” diyorsunuz, öyle mi? O zaman bu kafayı ve düzeni değiştirmek de bize farz olsun.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.