Başlangıçta büyük coşku ile karşılanan ‘Arap Baharı’ veya ‘Arap Devrim’inden söz etmekten artık kimse pek hoşlanmıyor. Bir süre öncesine kadar hiç olmazsa, ‘demokrasi’nin yerleşmesinin zaman alacağı’ filan iddia ediliyordu, şimdi tüm ümitler buharlaşmış gibi. Sadece bizim ülkemizde işi, ‘Mısır devriminin özgün pratiği’ gibi iddialı laflara kadar vardıran sığ deniz kaptanlarından söz etmiyorum, Batı dünyasındaki orta akım medyadan başlayıp, Zizek başta olmak üzere havalı sol kuramcılara kadar uzanan heyecan dalgasından söz ediyorum. Mesele, her şeyden önce ‘apolitik’ devrim olamayacağı idi, tıpkı ‘apolitik demokrasi mücadelesi’ olmayacağı gibi. Kimseye anlatamadık.
‘Apolitik’ devrim veya demokrasi mücadelesinden neyi mi kastediyorum? Toplumu ve siyaseti derinlikli bir biçimde kavrama çabasından ve benzer bir gelecek ufkundan yoksun veya özellikle uzak duran tüm akıl yürütme ve eylem biçimlerinden söz ediyorum. Yirmi birinci yüzyılın başında yüz yüze geldiğimiz en büyük açmaz ‘apolitikleşme’ meselesidir. Türkiye’de 12 Eylül sonrası demokratikleşme sürecinin dönüp dolaşıp otoriter siyasetlerin yükselişine savrulmasının bu açıdan anlaşılmayacak yanı yoktur. Demokratikleşme adına önce Özal’ın şortla ortalarda dolaşmak gibi ‘sivil’ siyasetlerine, sonra Godot’u bekler gibi AB üyeliğini beklemeye, sonra da, muhafazakar iktidarın ‘kendine rağmen demokratik dinamiğine bel bağlayıp yan gelip yatarsanız olacağı buydu.
Bu gerçek tüm dünya için böyle; önce Sovyetlerin çöküşünün onun nüfuzu altındaki geniş coğrafyada kendiliğinden özgür ve demokratik bir çağ başlatacağı varsayıldı. Bu beklentinin ne sonuç doğurduğu ortada, ama bu coşku ile ayağa kalkanlardan son durumun yorumuna ilişkin tek söz duymak mümkün değil. Sonraki çoşku ve umut kaynağı olan ve Doğu Avrupa’nın demokrasi motoru olarak kabul edilen o meşhur ‘sivil toplum’ ne oldu diye soran da yok. Daha sonra, benzer bir çoşku ile karşılanan ‘renkli devrimler’in vahim sonuçları da unutuldu. En son, Arap Baharı’nın ne noktaya geldiği de ortada.
Ancak başından beri bu gelişmeleri ‘emperyalizmin oyunları’ olarak tanımlayıp yorumlayanların haklı çıktığını da kesinlikle düşünmüyorum. Bu türden yaklaşımlar da, toplumsal-tarihsel dinamikleri hiçe saydığı için diğer türden ‘apolitik’ yaklaşımların tam karşısında olmasına rağmen, bence temel meseleyi kavramaktan çok uzak.
Sonuçta, geldiğimiz noktada hem Türkiye, hem tüm dünya, her geçen gün, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden, adalet ve eşitlikten yani insanlık için gelecek ufku oluşturacak tüm değerlerden giderek daha fazla uzaklaşıyor. Bu ülkede ve tüm dünyada olan biteni köklü bir kavrayış ve sorgulama çabası göstermeden gidilecek fazla bir yol kalmadı. İnsanlığın ‘büyük idealler’ peşinde koşarken ne tür bataklıklara saplandığını biliyoruz. Ancak bundan çıkarılacak sonuç, insanlık adına yüksek çıtalar koymaktan kaçınmak olmamalıydı. Öyle oldu, insanlık hedef küçültükçe küçüldü. Ama insan sonuna kadar küçülmeye rıza gösterecek bir varlık değil, umut da burada. O nedenle, içinde debelendiğimiz karanlık tünelin mutlaka bir çıkışı olacak, mesele çıkış yolunu kısaltmak.
Onun yolu da, hayatın her alanında, gücümüz yettiği oranda küçültülmeye karşı direnmek. Refahla küçültülmekten, korkuyla küçültülmeye kadar, her türden sindirmeye karşı direnmek. İnanın başka çıkış yolu yok. Bakmayın siz ülkenizdeki günlük olay vakanüvistlerine, Başbakan’ın ne dediği, ne kastettiği şifrecilerine, tüm dünyada bir gün turuncu devrime, diğer gün Arap baharına sevinip, ertesi gün bunların yaşandığı yerlerde insanların ne noktaya geldiğini merak bile etmeyenlere. Dünyaya, ‘politik’ yani köklü bir sorgulama ile bakmadan, bu temelde insana yakışır bir gelecek hayali kurmadan çıkış yok.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.