Türkiye'de sol siyasetin entelektüel ağırlığı her zaman muhafazakâr kesimin dipten giden etkisinin üzerini örttü.
Bu basit bir yanılsama değildi... Genelde 'solcular' daha müreffeh ailelerden geldiler, kentlerde yetiştiler ve daha iyi eğitim aldılar. Diğer bir deyişle, 'solcularla' 'sağcılar' arasında aslında sosyolojik ve ideolojik bir sınıfsal farklılık vardı. Basitçe söylersek, 'solcular' esas olarak devletin koruma şemsiyesi altına almış olduğu laik kesimin çocuklarıydı. Yaptıkları siyaseti 'sol' olarak tanımlasalar da, temelinde laik hassasiyetler bulunmaktaydı ve bu nedenle de 'sol' toplumun geniş muhafazakâr kesimine yabancı bir ideoloji oldu.
Bugün de aynı tıkanıklık aşılmış değil. 'Sol' hâlâ aynı zemin üzerinde dolanıyor ve dolayısıyla da laik kesimin sıkışmasına paralel olarak daha da apolitik bir söylemi seslendiriyor. Bunun en bariz göstergesi, 'solcuları' kendilerine yeniden önemli hissettiren Kürt meselesi bağlamında devlete yüklenmeyi 'siyaset' sanmaları. Bu meselede devletin siyaseten esas sorumlu olduğu ve çözümün ahlakî sorumluluğunun da devlete düştüğü konusunda bir kuşku yok. Ancak siyasî çözümler hiçbir zaman meselenin gerçek sorumlusunun 'idrakine' ve 'insafına' bırakılamaz. Çünkü yaşananlar zaten öyle bir idrak ve insafın olmadığını söylüyor. Demek ki öyle bir siyaset oluşturulmak gerekiyor ki, devlet tam da o siyaset nedeniyle ve o siyaset sayesinde 'doğruyu' yapsın, hakkaniyetli bir çözüme yönelsin.
'Solcular' siyasetten normatif doğruların tekrarlanmasını ve karşı tarafın yapması gerekenlerin söylenmesini anlıyorlar. Oysa bu apolitik kalmanın da kendisi... Siyaset, tam tersine 'ben ne yapmalıyım?' sorusunun yanıtını vermek zorunda. Sol ve bu meyanda Kürt hareketi öyle bir siyaset üretmeli ki, devlet onun karşısında istese de istemese de Kürtlerin haklarını vermek zorunda kalsın. Bu ise bizi doğal olarak şiddetin kullanımı tartışmasına getiriyor.
Solun genel yaklaşımı, Kürtlerin şiddet kullanımının tasvip edilmese de, mazur görülmesi ve siyasetin nesnesi kılınmaması gerektiğinde birleşiyor. Geçenlerde Nabi Yağcı'nın vurguladığı üzere "Türkiye'de şiddetin kaynağını sol veya sağ-sol çatışması ya da Kürtler, PKK olarak görmek" doğru değil. Yapılması gereken 'bir bebekten bir katil yaratan karanlığın' sorgulanması. Bu tespitlere 'yanlış' demek mümkün değil. Ancak bunun sadece kendimizi oyalamaya yönelik bir yarım-adım olduğunu görmekte yarar var. Her şeyden önce şiddetin kaynağının devlet olduğu gerçeğini hiçbir zaman değiştiremeyeceğimize, bu tarihsel bir gerçeklik olduğuna göre, suçu devlete atıp rahatlamış oluyoruz. Oysa şiddet her an kendini yeniden üretiyor ve o ortama verilen destek devletin şiddetini meşru kılmaya hizmet edebiliyor. İkincisi 'karanlıkların sorgulanması' bu amaçla yaptıklarımızın etkili olmasını gerektiriyor. Nitekim Türkiye'de onyıllardan beri karanlık sorgulanıyor... İttihatçılıkla başlayan, Kemalizm ve tek parti dönemi ile devam eden, faşizmi ve ırkçılığı merkeze alan, derin devlet ve mafyayla son bulan nice analizler, makale ve kitaplar yazıldı. Ama bunlar sekter, toplumla ilişki kuramayan bir elitin yüksek tespitleri olarak kaldı. Bütün bu tahlillerde, durumun bu halde olmasını açıklamak üzere halkın 'geriliği' bir unsur olarak ima edildi, muhafazakârların özgürlüğün önünde 'doğal' bir engel olduğu söylenmiş oldu.
Türkiye'de karanlıklar sorgulandı ama sorgulayanlar Türkiye'nin geri kalanına yabancı kaldılar. Böylece söz konusu sorgulamanın kendisi ideolojik olarak yabancılaştı ve muhafazakâr kitlenin entelektüel açıdan içe kapanmasına, hatta zımnen devlete destek vermesine yol açtı. Oysa Türkiye'de bir şeyler değişecekse, bu muhafazakârların karanlığı sorgulamasını gerektiriyor. Bu ise onlara 'niçin sorgulamıyorsunuz' sorusunu sorarak olmuyor, çünkü bu soru anlamaktan imtina eden, kibirli bir bakışı akla getiriyor. Yapılması gereken siyasettir... Yani şu sorunun cevabı: Acaba laik kesimin aydınları ve genelde 'sol' ne yaparlar, nasıl davranırlarsa, muhafazakârların karanlığı sorgulamasını sağlayabilirler?
Solcuların şu soruyu da sormalarında yarar var: Acaba bütün bu sorgulamalara karşın, nasıl oluyor da devlet sürekli kendisini yeniden konsolide edebiliyor? Bunda söz konusu sorgulamanın kısırlığının ve yarattığı iletişimsizliğin payı olabilir mi?
Türkiye'de laiklik sadece toplumsal bir zümreleşmenin aracı olmadı, laik kesim lehine entelektüel bir tahakkümün ama aynı zamanda cemaatsel bir yabancılaşmanın da zeminini oluşturdu. 'Sol' kendisine ilişkin bütün yakıştırmalarına karşın, bu laik kesimin içgüdüsel kibrinin dışavurumlarından biridir. Böyle olmak zorunda değildi... Ama pozitivist modernlik algısı bu potansiyel yolu kadük etti.
Bugün eğer karanlıklar sorgulanacaksa, bunu 'sağcılar' yapacak ve 'solcuların' bunu nasıl kolaylaştırabileceklerine kafa yormaları gerekiyor. Kürt meselesi ise aynı solculuğun içinde kıvrandığı sürece şiddeti bırakamayacak ve devletin sorgulanmasını engellemeye devam edecek.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.