Aylardır birçok kişinin işaret ettiği, hükümeti uyarmaya çalıştığı tehlike maalesef kuvveden fiile geçti ve tüm dehşetiyle Türkiye’yi esir aldı. Üç gün içinde 23 kişinin öldüğü, yüzlerce insanın yaralandığı, dükkanların yağmalandığı, binaların yakıldığı bir şiddet ve öfke patlaması sarmalı harekete geçti.
Şimdi hükümet kanadından ve onun görüşlerini yansıtan medya kanallarından Kobani konusunun müzakere masasını devirmek için dış güçlerin yönlendirmesiyle KCK/PKK’nın yarattığı bir bahane olduğu, uyuyan Ergenekon hücrelerinin harekete geçtiği, hükümeti ayaklanma yoluyla devirmek için CHP ve HDP’nin el ele verdiği, yeni bir “Gezi darbe girişimi” planlandığı türünden derin analizler yağıyor. Hükümetin hatalarını, sorumluluklarını, beceriksizliklerini ve hatta yolsuzluk iddialarında olduğu gibi suçüstünde yakalanmış olmasını örtmek için aralıksız üretilen darbe girişimi iddiaları papağan gibi tekrarlanıyor. Türkiye’nin yeniden büyük bir istikrarsızlık girdabına doğru hızla sürüklenmekte olduğunu ve bunun yegane değil ama birinci sorumlusunun hükümetin Kürt sorununa yaklaşımında sergilediği tavır olduğunun görülmemesi için binbir türlü el çabukluğu, göz boyama marifeti sergileniyor.
Evet, birkaç gün içinde Türkiye’de 23 kişinin ölmesinde KCK’nın son derece sorunlu ifadeler içeren çağrısının sorumluluğu yoktur denemez. Evet, HDP’nin çağırdığı sokak gösterilerini denetim altında tutma kapasitesinin olmadığı açık. Evet, PKK ve genel olarak Kürt siyasal hareketi yıllardır “Öcalan irademizdir” diye haykırarak, Öcalan’la hükümetin görüşmesinin barış süreci için yeterli olacağını kabul etmiş oldu ve şimdi görünen o ki bunun sancısını yaşıyor. Evet, protesto gösterilerinin yağma, yıkma, yakma eylemlerine dönüşmesi hiçbir nedenle mazur gösterilemez. Bu şiddet eylemlerinin yegane sorumluluğunun provokatörlere yüklenmesi AKP yandaşlarının darbe girişimi iddiaları kadar inandırıcıdır.
Bütün bunlara rağmen, bugün gelinen aşamada ve içine hızla yuvarlanmakta olduğumuz şiddet-karşı şiddet, toplum içi çatışma, büyük istikrarsızlık ve bunlara karşı olağanüstü hal yöntemlerine başvurma çaresizliğinden oluşan girdabın birinci sorumlusu ne PKK’dır, ne Öcalan’dır, ne de HDP’dir. Erdoğan hükümeti ve şimdi Erdoğan’ın yakın denetiminde yola devam eden Davutoğlu hükümeti yaratılan ama karşılanmayan beklentilerin neden olduğu öfke patlamasının, soruna kibirle ve tahakküm arzusuyla yaklaşmanın tetiklediği tepkilerin, karşılıklı güvensizliğin birinci sorumlusudur. Sorunun adını bile telaffuz etmekten imtina eden, barışmadan değil sadece çözümden bahseden ve çözümü sadece kendi bildiği ve uygun gördüğü biçim ve zamanda ve sadece bu dar sınırlar içinde hayata geçirmeyi kabul edebilen anlayış yaşananların birinci sorumlusudur. Ve bütün bunların üzerine, PKK’nın önderi olarak kabul ettiği kişiyle aylardır MİT aracılığıyla görüşmeler yaparken, çözüm süreci konusunda PKK’nın önderinin mektubunu Diyarbakır’da halka okuturken, iş sarpa sardığında acilen kendisini birkaç HDP milletvekili ile görüştürüp uygun mesajları vermesi sağlanırken, şimdi IŞİD ile PKK’yı Türkiye’nin eşdeğer terör örgütleri olarak gördüğünü ilan etmektir barut fıçısını patlatan kıvılcım. Suriye ve Irak’a asker yollama iznine, hiç gereği yok iken ya da MHP’nin desteğini almak için, her şeyden önce “PKK terör örgütüne karşı” müdahale etme gerekçesini yazmaktır.
Erdoğan, başbakan iken, görevlendirdiği devlet memurları, İmralı’da kimle, hangi sıfatı taşıyan hükümlü ile birçok defa görüştüler, yol haritası tartıştılar? Bugün PKK Öcalan’ı önderi olarak kabul ettiğine göre, hükümet yegane sıfatı terör örgütü yöneticisi olan şahısla mı aylardır görüşmektedir? Terör örgütü vurgusunu sürekli yaparak mı PKK savaşçılarının Türkiye’ye dönmeleri, normal yaşama geçmeleri, siyasete katılmalarının önünü açacağını hükümetin bu konudan sorumlu bakanları düşünmektedirler?
AKP’nin, başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere, Türkiye’de Kürt sorununun her şeyden önce Türk-İslam çoğunluğun sorunu olduğu gerçeğinin vücut bulmuş hali olduğunu son gelişmeler daha açık biçimde gösterdi. Sadece AKP’nin değil, ama içinde AKP’nin de büyük bir yer işgal ettiği Türklük tasarımının epistemolojik sınırlarına çarpıyor çözüm süreci.
Suriye’de IŞİD’in sınırlarımıza yerleşecek olmasından elbette korkuyor AKP yönetimi. Ama bu Irak’tan sonra Suriye’de de yeni bir Kürt siyasal oluşumunun sınırlarımıza yerleşecek olmasından kaynaklanan kadim Türk devleti endişesi kadar hükümetin düşünme ve değerlendirme kapasitesini felç etmiyor. Beşar Esad rejiminin devrilmesini, IŞİD’e karşı aktif mücadele verilmesinin koşulu olarak sunarken de, daha önce yaptığı değerlendirme hatasından dönemeyen, kendi yanlışının esiri olmuş bir saplantılı zihin tablosu sergiliyor AKP hükümeti ve Erdoğan. Esad’ın hesabının artık bugün değil, daha ileride, Suriye’de bir gün barış sağlandığında görülebileceğini düşünmek bile istemiyor.
Hatırlatalım: Miloseviç’le iki kere barış anlaşması masasında el sıkışıldı. Birincisi, 1995’de Dayton’da, diğeri 1999’da Kosova konusunda Kumanovo’da. Barışı getiren bu anlaşmalar, Miloseviç’e karşı 1999’da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde dava açılmasını, 2000’de Miloseviç’in seçimleri kaybetmesini ve Mart 2001’de yeni Sırbistan yönetiminin ABD’nin baskısıyla eski cumhurbaşkanını tutuklayıp, La Haye mahkemesine teslim etmesini engellemedi.
Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasındaki mesafe yeniden açılıyor. Hükümetin Kobani’deki riyakar temkinliğine karşı sokağa dökülenler sadece PKK yandaşı Kürtler değiller. Ayrıca ne Suriye’li Kürtler, ne PKK, ne de Kemal Burkay’ın HAK-PAR’ı gibi Türkiye’deki başka Kürt siyasal oluşumları Türkiye’nin Suriye’ye karadan askeri müdahalesini talep ediyor. Hepsinin ortak talebi, sınırlarını aylar boyunca cömertçe cihatçı örgütlere lojistik destek için açmış olan Türkiye’nin, Kobani’deki direnişçilerin yegane dışa açılma kapısı olan Türkiye sınırını lojistik destek için, başka ülkelerden gelecek savaşçıların geçmesi için açması. Bu Kobani direnişinin kazanması için yeterli olmayabilir ama simgesel anlam gücü yeterli olacaktır.
ABD ve müttefiklerinin hava saldırıları başladığından beri, Kobani’nin IŞİD güçlerinin bütünüyle eline geçecek olması veya geçse bile burada uzun zaman tutunabilecek olmaları artık zayıf bir ihtimal. Kobani’de sonuçta bir Kürt direnişi zaferi yaşanacak. Ve sonuç olarak, Türkiye hükümetinin gösterdiği basiretsizliğin tarihi bedeli çok ağır olacak. Bu tavırda ısrar, Uludere/Roboski’den sonra, Kobane’nin Kürtlerin Türkiye yönetimiyle ikinci büyük güven kaybı ve duygusal kopuş krizi olarak tarihe geçecek.
Evet, son üç günde yaşanan şiddet olaylarının yegane sorumlusu AKP hükümeti değil. Ama yegane sorumlu olmaması, yaşananların birinci sorumlusu olduğu gerçeğini gizlemiyor. AKP’nin ve en başta Erdoğan’ın Türkiye’yi istikrarsızlık sarmalına sürüklemelerinin uvertürünü yaşıyoruz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.