• BIST 9367.77
  • Altın 2955.021
  • Dolar 34.4743
  • Euro 36.41
  • İstanbul 9 °C
  • Diyarbakır 13 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 20 °C
  • Berlin 3 °C

İsraillilerin Mısır’dan çıkışı ve Kürdlerin Referandumu

Roşan Lezgîn

İsrail milleti Yakup peygamberden başlıyor. “İsrail” Yakup peygamberin diğer adıdır. Kenan diyarında Yakup’un oğulları kıskançlıklarından dolayı kardeşleri Yusuf’u kuyuya atarlar, daha sonra Mısır’a giden bir kervana satarlar. O zamanlar Mısır mamur ve muktedir bir devlettir, yarı ilah sayılan Firavunlar tarafından yönetilmektedir.

Yakup’un oğlu Yusuf, Mısır azizi olur. Yani Firavun’dan sonra Mısır’ı yöneten ikinci kişi. Mısır’da kıtlık baş gösterir. Mısır’ın etrafındaki ülkeler perişan olur ama Yusuf’un tedbirleri sayesinde Mısır'ın durumu nisbeten daha iyidir. Yusuf, babasını ve on bir kardeşini aileleriyle birlikte Kenan ülkesinden getirterek Mısır'da Goşen bölgesine yerleştirir.

Yakup’un nesli Mısır’da zamanla çoğalır, millet olurlar. Tevrat’ta, Mısır’dan Çıkış kitabında 1. kısmında şöyle yazılıdır:

"1.6. Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü.

1.7. Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.

1.8. Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.

1.9. Halkına, 'Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok' dedi,

1.10. 'Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.'

1.11. Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.

1.12. Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak

1.13. İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.

1.14. Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar."                                                                                     

İsrailoğulları bu şekilde Mısır’da köle oldular. Biz Kürdler kadar olmasa da epey zulüm ve eziyet çekerler.

Sonra Musa peygamber dünyaya gelir, Mısır kralının sarayında büyür. Bir gün bir Mısırlı ile İsrailoğullarından biri kavga ederken, Musa, milletinden olana yardım eder, Mısırlıya bir yumruk atar. Adam ölür. Bu olaydan sonra Musa Midyan ülkesine kaçar. Orada evlenir. Daha sonra Allah’ın emri üzerine, Mısır’a dönerek milletini kölelikten kurtarmak ister.

Musa, abisi olan Harun peygamberi de yanına alıp Firavun’un huzuruna çıkar, "İsrail'in Tanrısı RAB diyor ki, 'Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın" der. Fakat Mısır'ın kölelere ihtiyacı vardır. İsrailoğullarını köle yapmışlar, her türlü ağır işte acımasızca çalıştırmaktalar. Kölelerini serbest bırakmak isterler mi hiç? Firavun izin vermez. Bunun üzerine Musa ile Firavun arasında şiddetli bir mücadele başlar.

Sadece Firavun İsrailoğullarının kölelikten çıkmasını engellememektedir, köleliğe alışmış olan İsrailoğullarının kendileri de artık kölelikten çıkmak istememekteler. Dolayısıyla Musa, İsrailoğullarına karşı da mücadele etmek durumunda kalmıştır. Çok zorlu, meşakkatli bir mücadele verir. Musa, bir türlü milletini Mısır’dan, zorluklardan, zahmetten çıkarıp “Rabb'in onlara vadettiği bal ve süt akan ülkeye” götürmeye ikna edemez.

Allah’ın emri ile Mısırlıların başına birçok musibet gelir. Mısırlılar, artık kendi istekleri ile İsrailoğullarını ülkelerinden çıkarmak, kovmak isterler fakat İsrailoğulları köleliğe o kadar alışmış ki bir türlü Mısır’dan çıkmak, gitmek istemezler. Musa yalvarır, onlar inat eder. Gitmemekte o kadar diretirler ki, Musa peygamberin kendisi bile artık onları özgürleştirmekten vazgeçmek ister. Fakat Allah, Musa’yı sürekli teşvik eder, O’nu cesaretlendirir.

Sonunda İsrailoğulları mecbur kalır, bir gece Musa ve Harun peygamberin peşine takılır, Mısır’dan çıkarlar. Firavun da inadından ordusuyla peşlerine düşer, onları Kızıldeniz kenarında yakalar. Mısır’dan Çıkış kitabının 14. bölümünde iki ayet şöyledir:

"14.11. Musa'ya, 'Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?' dediler, 'Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın!

14.12. Mısır'dayken sana, 'Bırak bizi, Mısırlılar'a kulluk edelim' demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu."

Musa, âsâsını suya vurur, Kızıldeniz ikiye yarılır. İsrailloğulları istemeyerek, aslında Firavun ordusunun korkusundan karşıya geçerler. Firavun ve ordusu da aynı yoldan onları kovalamaya devam ederken su kapanır. Firavun ordusuyla denizde boğulur.

İsrailoğulları bu şekilde Mısır’dan çıkarlar. Firavun’nun baskısından, Mısırlıların köleliğinden kurtulup özgürlüklerine kavuşurlar. Başka bir milletin ya da herhangi bir kralın egemenliği altında değiller, özgürdürler artık. Kendi kavimlerinden olan Musa ile Harun önderleridir. Ama İsrailoğullarının, özgürlüklerine kavuştuktan kırk yıl sonra bile hala gözleri arkadadır. Köleliği özlemekteler. Musa'ya “Hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik.” derler. Onlar için et, özgürlükten daha değerli! En küçük bir zorluk karşısında bile Musa’ya “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diyerek, daha doğrusu, neden bizi kölelikten kurtardın, diye kızarlar, yakınırlar, ağlayıp sızlarlar…

Bugün, biz Kürdlerin durumu da bir açıdan İsrailoğullarının o zamanki durumuna benziyor. Çünkü Kürdlerin bir kısmı da Farsların, Türklerin, Arapların boyunduruğundan çıkmak, kölelikten özgürleşmek istemiyor; hiç olmazsa bir parçada bile olsa, kendi devletlerini kurmak istemiyorlar. Hayır, istemiyorlar!

Kürdler, tarihlerinde belki hiçbir zaman bu kadar bağımsızlığa, yaklaşmamışlar, devlet olma yolunda böyle bir fırsat yakalayamamışlar. Tarih boyunca, başta büyük devletler olmak üzere dünyanın önemli bir kısmı ilk defa Kürdleri bu kadar desteklemekte, Kürd liderlerini muhatap almaktadır. Fakat kimi Kürt siyasi hareketleri, ısrarla, inatla, var güçleriyle “Hayır!” diyorlar. Bağırıyor, çağırıyor, küplere biniyor, kendilerini paralıyor, “Olmaz!" diyorlar, "a-devlet" diyorlar.

 Açıkça, doğrudan, tereddütsüz, ikirciksiz, Kürdlerin devletleşmeye doğru gitmesini istemiyorlar. İstememekle de kalmıyor, devletleşmeye giden süreci vargüçleriyle engellemeye çalışıyorlar. Bu konuda ellerinden geleni ardına koymamaya özen gösteriyorlar. Gerekçeleri de “Devlet şiddet aygıtıdır, dolayısıyla devlet iyi değildir" diyorlar. "Biz demokrasi istiyoruz…” diyorlar.

Günümüzde 208 devlet var dünyada. Bu devletlere hiçbir itirazları yoktur. Farsların devletinin olmasına, Türklerin devletinin olmasına, Arapların birçok devletinin olmasına itirazları yoktur. Kürdleri Enfal kıyımından geçiren Arapların 22 devleti vardır. Eğer Filistin de bağımsızlığına kavuşursa 23 devletleri olacak. Örneğin, bizim bu siyasi hareketlerimiz, hiçbir zaman “Filistin bağımsızlık ilan etmesin” demiyorlar. Ama kimi siyasi güçler, Kürdistan’ın bir parçasında referandum yaparak -ki referandum demokratik bir eylemdir- halkın bu yöndeki eğilimini, düşüncesini öğrenmek istemekteler. Fakat onları engellemeye çalışıyorlar.

Hiçbir zaman devlet olmanın faydalarından sözetmezler. Oysa gerçekte devlet, her millet için yaşamın gerçek kaynağıdır. Bir halkın ulusal varlığının garantisidir. Bir milletin dilinin, kültürünün, milli kimliğinin garantisidir devlet. Ülke sınırlarını korumanın, yer altı ve yerüstü zenginlik kaynaklarına sahip çıkmanın teminatıdır devlet. Hiçbir millet devletsiz varlığını koruyamaz, yaşayamaz. Devletsiz bir millet, erimeye, kaybolmaya, yok olmaya mahkumdur. Örneğin Kürdler, eğer kendi devletleri olmazsa, bilemedin elli yıl sonra, Kürdçe konuşan kimselerin kalmayacağı çok açıktır.

Bu siyasi örgüt ve haraketler, devletleşmeye karşı olmalarını iki nedene dayandırmaktalar. Birincisi, bir kanıt ya da herhangi bir kaynak göstermeden, uzun uzadıya neolitik dönem üzerine teori oluşturduktan sonra, aniden günümüze konarlar. Devletin silahlı güçlere sahip olduğunu, dolayısıyla devletin şiddet aygıtı olduğunu söylüyorlar. Söylemlerine hümanist bir hava da katarak, şiddet iyi değil, bu yüzden, Kürdler devlet olma fikrinden uzak dursunlar, "Kürtler, a-devlet kalsın" diyorlar.

Bunu söyleyenlerin elinde de silah var, kendileri de bizzat şiddet uyguluyor. Onların uyguladığı şiddet birçok devletin şiddetinden daha az değildir belki. Ama, örgütlerin elinde de silah vardır, dolayısıyla örgütler de şiddet aygıtıdır, onlardan uzak durun, demezler. Madem silahlı güçlerin varlığı ve şiddet iyi değil, madem hümanizm, demokrasi ve özgürlük iyidir, o zaman neden örgütlerin elinde silah vardır? Hümanizm ve demokrasi mücadelesi, hümanist ve demokratik yöntemlerle yapılması gerekir. Değil mi?

Elbette devletler şiddet aygıtıdır. Ama hiç olmazsa devletlerin bir kanunu vardır. Eğer devletler adil olursa ve silahlı güçlerini kanunlar çerçevesinde toplumsal düzeni korumak için kullanırlarsa, sorun yoktur. Örneğin Fars devleti, Türk devleti, Arap devletleri genel olarak kendi milletlerine karşı kanuna uyarlar, genelde kendi milletleri için “şiddet aygıtı" değiller. Aksine, kendi milletlerinin bekâsı için yaşam kaynağıdırlar. Dillerini yaşatmanın, milli kimliklerini, kültürlerini korumanın teminatıdırlar. Sadece boyunduruk altına aldıkları, kölelleştirdikleri biz Kürtler için şiddet aygıtıdırlar. Terteleler, katliamlar, Enfaller, soykırımlar… hepsini biz Kürdler üzerine uyguladılar.

Devletler kanun yapar, ilan eder, vatandaşlarına duyurur ve halkın kanuna uyması gerektiğini bildirirler. Ama örgütlerin, siyasi hareketlerin kanunları yoktur. Örgütlerin ideoloji ve yasakları vardır, emir ve talimatları vardır, kanunları yoktur. Bunlar da, öyle devlet kanunu gibi sabit ve ilan edilmiş değiller, sürekli değişir ve cebren uygalanırlar. Örneğin, kimi örgütlerimiz, dün “Devlet istemeyenler, otonomiyle yetinenler haindir” derlerdi. Bugün ise “Devlet isteyenler haindir” diyorlar. İşte bu şekilde, örgütlerin, siyasi hareketlerin, normları değişken ve çelişkilidir, keyfidir. Bugün bir şey söylerler bakarsın yarın başka bir çeşit söylediler.

Kürdler için devlet iyi değil diyenlerin diğer bir argümanı da şudur. Referandum isteyen partilerin, siyaseten zayıfladıklarını, bu zayıflıklarını referandum ile örtmeye çalıştıklarını ileri sürüyorlar. Bunları söylerken, herhangi bir kanıt veya istatistik gösterme gereğini duymuyorlar. Oysa göründüğü kadarıyla, referandum yapmak isteyen güçler, tarihlerinde hiçbir zaman bugünkü kadar güçlü olamamışlardır. Hem silahlı güç açısından, hem iktidar ve politik tecrübe açısından, hem kadro ve diplomasi yeteneği açısından, hem basın-yayın açısından… Diplomatik ilişkilerde, bugün dünyanın birçok devleti tarafından üst düzeyde muhatap olarak kabul edilmekteler.

Referanduma karşı çıkan örgüt veya siyasi hareketler, eğer onlar devlet kurmasın biz kuracağız deseler, bir raddeye kadar anlaşılır bir durum olur bu. Çünkü siyasi hareketler arasında rekabet vardır, çekememezlik vardır. Ancak mesele bu değil. Hayır! Asıl olarak, Kürdlerin devlet kurmalarını istemiyorlar. Kürdlere devlet haramdır diyorlar, Kürdler hep köle kalsın diyorlar. Türklerin, Farsların, Arapların arasında eriyip yok olsun istiyorlar. Neden? Çünkü Farslar, Türkler, Araplar böyle istiyor. Ulusal politikaları böyle gerektiriyor. Devletleri Kürdistan'ı bölüşmüş, aralarında paylaşmış, Kürdleri kendilerine köle yapmışlar. Bundan iyisi ne olabilir ki?

Kürtlerin devletleşmesini engelleme çabaları bugünlerde referanduma karşı mücadele şeklinde sürmektedir. Bu mücadelede insan, örgüt veya siyasi hareket yöneticilerini bir dereceye kadar anlayabilir. Nasıl yani? Şöyle diyelim, tahmin yürüterek, görev almış olduklarını düşünebiliriz; siyasette her şey mümkündür! Fakat onların peşine takılan Kürtleri anlamak zordur. Çünkü birçok kişi, enaz hareketinin yöneticisi kadar, Kürdlerin devlet olmasına karşı durmaktadır. Kürdtür, ama Kürdlerin devletleşmeye doğru gitmesini istememektedir. Bilinçli bir karşı duruş değil elbette, partisi veya hareketi devlet istemediği için o da istememektedir. Yarın sabah uyandığımızda, eğer hareketi, devlet istediğini söylerse, onlar da hemen devlet istediklerini söylerler.

Burada düşüncem şu şekildedir. Örneğin benim gibi sıradan, sade, halktan birisinin, eğer isterse, herhangi bir örgüte veya siyasi harekete gönül vermesi, taraftar olması, hizmet etmesi, hatta militanı olması normaldir. Lakin milletinin menfaatleri ile örgüt ya da siyasi hareketinin menfaatlerini birbirine karıştırmayacak kadar bir kavrayışa da sahip olmalıdır. Örgütünü ya da siyasi hareketini, milletinden, ülkesinden daha önemli, daha değerli, daha üstün görmemelidir. Milletinin, ülkesinin menfaatini esas almasnı bilecek bir şuura sahip olmalıdır her zaman. Çünkü örgütler, partiler, siyasi hareketler geçicidir. Bugün var yarın yoklar. Fakat millet, ülke, devlet daimidir, asıl olanlardır, sonsuza kadar vardırlar. Dolayısıyla insan onlara, örneğin “Kardeşim, düne kadar devlet istemeyen haindir diyordun, bugün ise devlet isteyen haindir diyorsun. Bu ne iştir? Hele bir açıkla….” şeklindeki bir soruyu rahatlıkla sorabilmelidir.

Bu şekil bir düşünce ve soruda bireysel bir çıkar yoktur, sadece milli kaygılar vardır. İnsan nasıl çocuklarının, evlatlarının geleceğini düşünüyorsa, aynı şekilde milletinin istikbalini de düşünmelidir. Diyelim ki birisi böyle bir soru sormaya kalkarsa, herkesten önce, örgütlerin, siyasi partilerin taraftarları, sempatizanları hemen saldırı pozisiyonunu alır, herkesten önce onlar kavgaya tutuşur, soruyu engellemeye çalışırlar.

Burada şöyle bir rivayeten bahsedeyim. Birgün, bir genç peygamberin huzuruna çıkar, “Ey peygamber, düşünüyorum da, belki de Allah yoktur, diyorum." Orada bulunan sahabiler kızgın bir şekilde genci kılıçtan geçirmek isterler. Ama peygamber buna izin vermez. Sakin, gülümseyerek “Şükürler olsun ki böyle düşünen insanlar da milletimin içinde vardır” der. Çünkü peygamber kendine güvenmektedir. Gence konuyu izah eder.

Kırk yıla yakındır hepimiz mücadele ediyoruz. Kanımız üzerinde, halkın çocuklarının kanı üzerinde yüzden fazla, 120 kadar belediye, 17-18 yıl siyasi hareketin elinde kaldı. Belediyelerin çevresinde yüzlerce kurum ve şirket kuruldu, onlarca dernek açıldı. Birçok büyükçe fiyakalı “demokratik” ve “özgür” levhalar asıldı. Basın-yayın kurumları, radyo ve televizyonlar, dergi ve gazeteler, kültür ve sanat merkezleri açıldı. Binlerce kadro memur olarak veya farklı statülerde istihdam edildi.

Sonunda ne oldular?

Eloğlunun devleti ayaklarıyla üstünden geçti. Bir yudum su içer gibi hepsini elinden aldı. Örgüt veya siyasi parti müflis kaldı! Kimse ses çıkarabildi mi? Yok! Kimsenin gık dediğini görmedim. Sanki öyle bir şey zaten yoktu, sanki bir rüyaydı. Aslında bir sistem kurulmuştu, kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, birine kızdıkları zaman “Halkımız sizi tükürüğünde boğar!” derlerdi. Hani halk?

Mezarlıkları bile yerle bir ettiler. Kuzey'de hiçbir şey kalmadı. Sıfır! Sıfır bile değil bugün, sıfırın altında. Nerden mi biliyorum? Örneğin geçenlerde, dışarıda kalmış birkaç parlamenter Diyarbekır'a geldi, “Vicdan ve adalet nöbeti tutuyoruz” diyerek parkta oturma eylemi yaptılar.

Akşama kadar o çevrede gezdim, sokak ve caddeleri dolaştım. Kimse o semtten bile geçmedi. Yoktu kimse! Polislerin kurduğu bariyer parkın içindeydi. Fakat televizyon mikrofonlarına “Polis bariyer koyduğundan dolayı halkımız buraya gelemedi” dediler. Bu söylem Diyarbakır halkına büyük bir hakarettir. Çünkü Diyarbakır halkının tank ve panzerlere karşı, kurşunlara karşı, bombalara karşı yüzlerce kez meydanları doldurduğunu herkes çok iyi biliyor. Bir bariyer nedir ki!

Halk gelmedi oralara zaten. Şimdi, kendi gözlerime mi inanayım yoksa işleri güçleri propaganda olan gazete ve televizyonlara mı? Yine, “Kimse kendini kandırmasın, referandum sonuçları ortadadır!” diyenler de oldu. Evet, Diyarbekır halkı, anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin onaylanması referandumunda yüzde 67.57 “hayır” dedi. Fakat “hayır” diyen herkesin onların arkasında olduğu anlamına gelmediğini de herkes çok iyi biliyor. Artık halk kalmadı! Bu kadar mücadele, bu kadar kan, bu kadar emek, bu kadar eziyet, cefa… Hepsini suya saldınız, gitti! Halk mı bıraktınız?

Eğer kendi devletin olsaydı, belediyeleri elinden alabilir miydi kimse, memurlarını, kadrolarını sokağa atabilir miydi, mezarlıklarını tahrip edebilir miydi kimse? Bu çok açıktır. Eğer devletin yoksa örgütlerle, ideoloji ve partilerle hiçbir şey yapamazsın. İşte ıspatı ortadadır. Şüphe bırakmayacak kadar açık ve nettir. Eğer devletin yoksa saltanatın taht üzerinde değildir, tahtacık üzerindedir, çubuk üzerindedir.

Yukarıda değindiğim, Kürtlere devlet iyi değildir diyenlerin bir argümanı, referandum yapmak isteyenler siyaseten zayıflamış, zayıflıklarını referandum ile kamufle etmek istiyorlar iddiasıdır. Aslında bu tespit tam da Kuzey için yerindedir. Fakat işte kel başım senin başın! Kuzey’de yaprak kımıldamıyor. Düşmanlarını tükürükle boğabilen halk yok artık!

Ama Kuzey’de ne olup bittiğinden bahseden hiç yok. Hani nerde Amed, nerde Mêrdîn, nerde Xerzan, nerde Botan, nerde Serhad, nerde Dersim? Hani Farqîn, Cizîre, Sûr, Qoser, Nisêbîn, Varto, Şirnex, Gever? Köylerimiz nerde, şehirler hani? Mitingler, gösteriler, kepenk kapatmalar nerede? Varsa yoksa Şengal!...

Hey gidi dünya hey!

Siyasettir bu, kemiksiz kırmızı ettir; daha dün, ben benim diyen, bugün, hadim canım sen de, ben mi söyledim? diyor. İnsan tanıyorum, ideoloji için her türlü hakarette bulunmuş, dünyanın küfürlerini etmiş, bugün belediyede hizmete devam ediyor. Dün küfür ettiğinin bugün haberler yaparak propagandasını yapıyor. Dün ne diyordun bugün ne diyorsun? Hatırlıyor musun? Ne soğan yedik ne ağzımız koktu!

Ömer bin Hattab halife iken, camide hutbe verir, “Yanlış yaptığımı görürseniz ne yaparsınız?” diye sorar. Bir genç kılıcını göstererek “Seni kılıcımızla düzeltiriz!” der. Biz de bir iki söz söylemeyebilmeliyiz, desek kıyamet mi kopar? Madem herkes doğrudur, o zaman kim ne söylüyorsa söylesin, ziyanı yok. Eğer küfür ve hakaret etmiyorsa, iftira atmıyorsa, kara propaganda yapmıyorsa, söylediklerini kanıtlarıyla ortaya koyuyorsa, düşüncesini olgulara dayandırıyorsa, söylemekte sorun yoktur.

Öte yandan, madem kimileri ideolojiyi çok seviyor, ideolojisiz yapamıyorum diyor, ziyanı yok. Bana göre ideolojiler dogmadır, ilimle, bilimle ilgileri yoktur. Fakat yine de, haydi ideoloji de olsun, kabul. Tüklerin ideolojisi var, Farsların ideolojisi var, Kürdlerin de olsun. Tamam. Türk ideolojisi, devletini, bayrağını, ülke sınırlarını, ülküsünü, milletini, dilini, kültürünü, tarihini, ırkını, hatta çakıl taşını bile tabu gibi savunmakta, korumaktadır. Ya senin ideolojin neden Kürd bayrağı, Kürd ülkesi, Kürd devleti demiyor? Belki Türk ideolisinin ırkçı, kendi ideolojinin demokratik olduğunu söyleyebilirsin. İyi, güzel. Madem senin ideolojin demokratiktir, halkın bir kesiminin demokratik bir şekilde, demokratik bir eylem olarak referandum yapmasına niye karşısın? Bu nasıl bir ideolojidir ki, bütün dünya milletleri devlet sahibi iken, kimseye itiraz etmez, sadece Kürdlere devlet haramdır der?

Şöyle bitireyim. Kardeşler! Eğer kimileri kaderimizle oynamaya niyet etmişse, bizi üç milletin köleliğinde bırakmak istiyorlarsa, buna izin vermeyelim. Devlet, bizim de hakkımız. Biz de devlet sahibi olmalıyız. Bizim de bir devletimiz olsun. Bu devleti ister çoban Hasan kursun, ister köylü Hüseyin kursun. Hangi adım, faaliyet, Kürdleri devletleşmeye doğru götürüyorsa, doğrudur, haktır, meşrudur. Haktan, doğruluktan ayrılmamalıyız! Eğer devletimiz yoksa, hiçbir şeyimiz yoktur!

Milletimizin, 25 Eylül 2017’deki bağımsızlık referandumunda başarılı olmasını diliyorum. Allah milletimizi utandırmasın inşallah.

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir


Yazı ilk olarak Zazakî Kürtçesi ile zazaki.net'te yayınlanmıştır. Türkçeye Mihemed Koçer tarafından çevrilmiştir.

  • Yorumlar 2
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89