İstanbul havalimanına yönelik saldırı, arkasında bıraktığı insani trajedinin ötesinde, bambaşka bir anlam taşıyor. Bu saldırıyla IŞİD’in Türkiye’ye yönelik savaşı, yeni bir safhaya girdi.
İlk aşamada örgüt, sadece Kürtlere ve HDP’ye yöneldi. Diyarbakır, Suruç ve Ankara saldırıları, kendini halife ilan eden Bağdadi tarafından değil “yerel” bir kol tarafından gerçekleştirilmiş ve sadece Kürtleri hedef almıştı.
İkinci aşamada Sultanahmet ve Beyoğlu’nda ise sadece turistler hedef alındı. Bu eylemlerle örgüt hükümete bir ‘mesaj’ vermeye çalışıyordu. Türkiye’nin ABD’yle anlaşarak sınırını kapatmasından rahatsız, “Gel eski günlere dönelim: Sen bana karışma ben de sana bulaşmayayım” diyordu. IŞİD’in talebi, ‘açık kapı’ politikası, sınırdan kolay geçiş, Türkiye’nin yeniden lojistik ve insan gücü ihtiyaçları için bir‘koridor’ haline gelmesiydi.
Üçüncü aşama ise “kör terör”: İstanbul saldırısıyla IŞİD artık ayrım yapmadanİstanbul’un kalbinde turistlerin yanında Türk vatandaşlarını da hedef alarak yepyeni bir stratejiye geçiyor. Kuşkusuz en tepede alınan bir karar. IŞİD kendince Türkiye’ye diyor ki: “Ben artık seni Belçika, Fransa, Mısır’la aynı görüyorum.” Korkarım bu, yepyeni bir şiddet dalgası demek.
Peki ne yapılabilir?
Bu tarz saldırıları güvenlik ve polisiye yöntemlerle tamamen önlemek mümkün değil.Kendini patlatmaya kararlı birini ancak önceden tespit ederseniz engellersiniz. İstanbul havaalanına giriş-çıkışta güvenlik zafiyeti olduğu düşüncesine katılmıyorum. Dünyanın birçok yerinde olmayan bir uygulama var: Havaalanına girişte x-ray’den geçiliyor. Ama terörist oraya geldiğinde iş zaten bitmiş demek. Yapılması gereken, eylemi önceden, planlama safhasına gelmeden engellemek. Bu da ancak istihbaratla, IŞİD hücrelerini önceden yakalayarak olabilir.
İkinci, iç barış. İsrail’le barışmak, Putin’le tokalaşmak iyi-hoş ama, Türkiye’nin akut problemlerinin tek çözümü, devletin Kürtlerle barışması. “Ne alaka!” demeyin. Anlatayım:
Birincisi, insan gücü meselesi. Devletin istihbarat, polis, dinleme vs. imkânlarının çoğu şu anda IŞİD değil PKK ve Kürt siyasi hareketiyle mücadeleye ayrılmışdurumda. Devlet onu daha varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Sadece Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ın bir açığını yakalamak için görevlendirilen istihbarat ya da dinleme elemanı sayısı, muhtemelen o ildeki IŞİD’cileri yakalamak için görevlendirilenden fazladır. Matematik ortada. Barış süreci başlarsa IŞİD’le mücadele daha kolay.
İkincisi de Suriye/PKK/PYD meselesinin yanlış denklem üzerine kurulması. Türkiye (aynı 1990’lı yıllarda Irak’ta yaptığı gibi) bütün Suriye politikasını ve siyasi aklını, Kürt hareketinin Suriye’de yayılmasını engellemek için kullanıyor.
Ama 21’inci yüzyılın sorunlarını 19’uncu yüzyıl parametreleriyle düşünen ve hayatının tümünü lojmanlarda geçirmiş orta yaşlı güvenlikçi profiliyle çözemezsiniz.
Doğru olan, barış sürecine dönüp PYD/ YPG’nin “hamisi” olmak ve en önemlisi Türkiye ve Kaos arasında bir ‘Kürt Seti’ oluşturmaktır. Türkler ve Kürtler, Arap coğrafyasındaki mezhep savaşı ve onlarca yıl sürecek kaosu, ancak kol kola girerek aşabilirler. Bu sayede YPG’nin kazanımları Ankara’nın kaybı değil, kazanımı olur.
Avrupa’da yayımlanan İmralı tutanaklarını okudum. Öcalan ve PKK’nin Türkiye’ye önerdiği aslında tam da bu. Bu fikir, 2013- 2014’te devlete de cazip geliyor. Devletle koordineli kaleme alınan 2013 ve 2014 Nevruz deklarasyonlarının arkasında yatan konsept de bu. ‘Türk-Kürt Ortadoğu’yu şekillendirecek’ sloganının özü de.
Ancak 2015’te başka bir akıl devreye giriyor. Erdoğan’ın siyaseten zayıf hissetmesiyle ‘Eski Devlet’ devreye girip, (aynı 90’ların sonunda Iraklı Kürtlerle yaptıkları gibi) iflas etmiş teorileri devreye sokuyor.
‘IŞİD’den nasıl buraya geldin’ diye sormayın. ‘Kürt Seti’ oluşmasın diye IŞİD’le ayak oyunları yerine IŞİD’e karşı Kürt Seti oluşturmalıyız. İçeride de dışarıda da ancak böyle nefes alırız. Gerisi fasa fiso.
NOT: ‘Kürt Seti’ ifadesini Zübeyir Aydar’ın bir röportajından uyarladım...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.