IŞİD’in İstanbul Atatürk Havaalanı’nda yaptığı katliamın, El Kaide’nin 11 Eylül’de yaptığı ile kıyaslanması –aradaki bazı ciddi ve anlamlı farklılıklara rağmen– hiç de yanlış ve abartılı sayılamaz.
11 Eylül 2001’de El Kaide, İslâm adına İslâm’ın en fedakâr ve kararlı unsurları kimliği ile Müslümanların çoğunluk olmadığı tüm ülke-toplumlara karşı her tür saldırıyı mubah gören bir savaş açtığını ilan etmişti. Katliamın verdirdiği zayiatın ve organizasyonunun olağanüstü sansasyonelliği bu savaş ilanının ciddiye alınması için fazlasıyla yeterli idi. O nedenle de bu tarihten itibaren dünyanın bütün kıtalarında halkının çoğunluğu Hıristiyan, Budist, Hindu... olan tüm ülke-toplumlar herhangi bir anda ve herhangi bir şekilde bir El Kaide saldırısına uğrayabileceklerini düşünür oldular. El Kaide de 11 Eylül’den sonra Avrupa, Afrika, Avustralya ve Asya’da tertiplediği katliamlarla bu endişeli ve haliyle öfkeli düşünüşü yeni kanıtlar ekleyerek besledi. Bu beslenmeyle de kabaran –ve zaten “kadim” temelleri de olan– İslâmofobinin o ülkelerdeki azınlık Müslümanlarda yarattığı tepkinin El Kaide saflarına yönelişi kolaylaştırmak gibi bir işlevi olacağı da herhalde El Kaide organizatörlerince hesaplanmış olmalıydı.
11 Eylül’den 10-12 yıl sonra IŞİD, kurulduğunda bir parçası olduğu El Kaide’den çatışarak ayrıldı ve kısa süre içinde, Müslüman toplumlar ve azınlıklar içinde El Kaide’den daha fazla taraftar ve sempatizana sahip bir oluşum haline geldi.
Bu ayrılmanın görünür nedenleri ve biçimleri hakkında söylenenler biliniyor: El Kaide’nin bir devlet ve hilafet olma iddia ve amacının olmamasına mukabil IŞİD’in bir devlet ve hilafet olmayı asli dayanak addetmesi vb.
Ancak, aşağıda özetle işaret edeceğimiz noktanın, o “yüzeysel” farklılıklardan çok daha önemli ve anlamlı bir fark olduğunu düşünüyorum.
En başta da belirttiğimiz gibi El Kaide “ideolojisi”, nüfusunun çoğunluğu dinsiz, Hıristiyan, Budist... toplum ve devletlere karşı savaş/cihad fikri üzerinden kurgulanıyordu. El Kaide, Müslüman çoğunluklu toplumların içinde bulunduğu “zillet” halinin sorumlusu olarak gördüğü o “dünya”ya karşı “mazlum Müslümanlık” adına savaşın öncü gücü olarak konumluyordu kendini.
Anlaşılmaktadır ki; IŞİD de bu noktadan hareket etmekle birlikte, son 10-12 yılın deneyimleri sonucunda “sorumlu”nun sadece Müslüman olmayan dünya olmadığına, Müslüman sıfatlılar içindeki kimilerinin de en az ve öncelikli olarak sorumlu sayılmaları gerektiğine hükmetmiştir. Ve sözkonusu “zillet” halinin ortadan kaldırılması için ilkin bu “iç sorumlu”ların “temizlenmesi”ne odaklanmanın şart olduğuna karar vermiştir. Nitekim dikkat edilirse IŞİD’in ilk ortaya çıktığı Irak ve Suriye’de bu örgüt Müslüman sıfatı taşımayanlara yaptığı katliamlardan ziyade bu sıfatı kendince ve içtenlikle sahiplenenlere yaptığı dehşetengiz zulümle “temayüz etmiş”ti. Daha bir iki yıl öncesinde aynı saflarda olduğu El Kaide/El Nusra mensupları bile bu nefret yüklü öfkeden istisna edilmemişlerdi. Diğer Müslüman ülkelerde El Kaide’den ayrılıp IŞİD’e biat eden örgütlerin de saldırılarının çok büyük çoğunluğunu “gerçeğince Müslüman olmayan”lara yönelttiğini de ek olarak belirtmeliyiz.
Dolayısıyla; eğer, İslâmî düşünüşün en temel kavramlarından biri olan “dar-ül harb” ve “dar-ül İslâm” ayrımı üzerinden konuşacak olursak: El Kaide için dar-ül harb –şimdilik ve öncelikli olarak– nüfus çoğunluğu Müslüman olmayan ülkeler iken, IŞİD için dar-ül harb, bilhassa şimdi ve öncelikli olarak Müslüman sıfatlı ülke ve toplumlardır. Asıl olarak bu farklılık nedeniyle El Kaide ve türevi örgütler tertipledikleri katliamlarda kurbanların gayri-Müslimler olmasını çok daha fazla gözetirken, IŞİD ve biatçıları için böylesi bir dikkat bile gerekli değildir.
Böyledir ama, IŞİD organizatörleri, bu –hâlihazır Müslüman çoğunluklu toplumlar için– son derece önemli ve endişe verici farklılığı daha en baştan vurgulayacak kadar strateji cahili değildirler. Kendilerini bir zihniyet, ideoloji ve örgütlenme olarak yeterince oturmuş ve işler hale getirinceye kadar, Müslüman sıfatlı devlet ve toplumlardan yararlanmayı, onların çıkar hesaplarıyla sağlayacağı fırsatları kullanmayı elbette ihmal etmeyeceklerdir. Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri ve şüphesiz Türkiye ile bu yaklaşım dahilinde kurdukları ilişkileri yakın zamana kadar bu yüzden sürdürdüler de.
Ancak birkaç aydan beri IŞİD, öncelikli “dar-ül harb” olarak gördüğü halihazır Müslüman ülkelere “cihad”ının üs bölgesi olarak organize ettiği alanda gayet ciddi bir “karşı saldırı”ya maruzdur. Henüz başlangıç safhasında olan bu karşı saldırının ilk etabında Irak’ta ciddi kayıplara uğramıştır. Ve hayati önemdeki Musul ve Rakka’ya yönelik kapsamlı bir harekât eli kulağındadır. Üstelik bu harekâta Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri ve Türkiye gibi yıllarca IŞİD’le –üstü pek de kapalı olmayan– bir karşılıklı çıkar ilişkisi sürdürmüş ülke devletleri de –gönülsüzce de olsa– katkı vermek zorunda bırakılmışlardır.
O nedenle IŞİD artık halihazır Müslüman toplumları öncelikli dar-ül harb sayan ayırdedici özelliğini açıkça ilan eden bir rotaya girmek zorundadır. Dolayısıyla örneğin baştan beri dar-ül harb olarak gördüğü Türkiye’nin AKP iktidarı ve ona oy veregelen –IŞİD’e göre– “sözde Müslümanlar” da doğrudan saldırı hedefidirler artık. IŞİD, AKP iktidarının ve ona oy veren kesimlerin siyasal rakiplerine, onların neredeyse “iç düşman” addettiği kesimlere yönelttiği katliamlar esnasında doğrudan veya dolaylı olarak yararlandığı destek veya göz yummaların yanı sıra hayli yaygın biçimde örgütlenme fırsatı da bulmuştur. Bu “altyapı” ile ve yapılan anketlere göre Türkiye toplumunda %8’i bulan taraftar-sempatizan halkası ile bu topraklarda “cihad”ı, spektaküler biçimde ilan etmiştir Atatürk Havaalanı katliamı ile.
Türkiye toplumunun “ortalama Müslüman” çoğunluğu kendilerine karşı bir harbin ilan edilmiş olduğunu anlamakta şüphesiz zorlanacaklardır. Ancak umarız bu acı gerçeği, şimdiye kadar IŞİD’in alçakça eylemlerine gösterdikleri kayıtsızlıktan bin pişman olacakları kanlı saldırıların kurbanı olarak kavramadan önce görebilsinler.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.