Türkçe dışında hiçbir dilde karşılığı olmayan bir kavram olan, “muhalif gazetecilik” sizi Türkiye'de her türlü gazetecilik günahından kurtarabilir.
Gazetecinin işi ne hükümete muhalefet yapmak, ne de hükümeti desteklemektir. Bunlar siyasetin, sivil toplumun alanıdır. Gazetecinin işi fotoğraf çekmektir, çektiğiniz fotoğrafın gerçekle olan ilişkisi sizi iyi veya kötü gazeteci kılar.
Lakin, gazetecilik sadece medya patronlarının ek işi değil Türkiye’de. Gazetecilerin de büyük çoğunluğu yaptıkları işi aslında bir ek iş olarak görüyor. Eskiden asli görevi rejim bekçiliği olan Türkiye medyasında değişmeyen alışkanlık siyasi bagajların hakikat arayışını örtmesi oluyor. Yeni Türkiye’de de aktivizm gazetecilikten önce geliyor.
Bu yüzden de bir gazetecinin en temel arayışı olan gerçeklik siyaset savaşlarında kurban ediliyor. Bir gazetecinin en önemli sermayesi olan itibar, üretilen bilginin kalitesinden veya gerçeklik ile ilişkisinden değil, siyasi angajmanından geliyor...
Türkiye'nin bir dikta rejimi ile yönetildiğini, memlekette faşist bir düzen olduğunu iddia eden “saygın” isimler için yapılacak yegane şey, “bu nasıl bir dikta rejimi ki, nasıl bir faşist düzen ki, bu iddiaları Türkiye'nin en ana akım gazetelerinde yazabiliyorsunuz” sorusunu yöneltmek olur.
İş burada kalsa yine iyi. Daha vahim, son derece tehlikeli bir kampanyanın uzun zamandır ince ince işlendiğine şahit oluyoruz.
Son yolsuzluk operasyonu ile, belli medya merkezlerinin (ki bunlar arasında Türkiye'den İngilizce yayın yapan dolayısıyla asıl hedef grubu uluslararası kamuoyu olan medya kuruluşları da var) hummalı bir şekilde bir yandan Türkiye'nin uluslararası ambargoyu delerek İran'la yasa dışı iş yapan, diğer yandan bazı iş adamları üzerinden el-Kaide'ye finansman sağlayan bir hükümet tarafından yönetildiğine dair bir intiba oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Hatta ve hatta, son operasyon dahilinde hükümetin, el-Kaide militanlarının gözaltına alınmasına izin vermediği, tüm bu çabanın bunun için olduğuna dair normalde akla, izana sığmayacak bir propaganda faaliyetine tanıklık ediyoruz.
Niyet okuyuculuğu için kristal bir kürenizin olmasına gerek olmayan bir manzara bu. Amaç hükümeti uluslararası kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmanın da ötesinde, kriminalize etmek. Hakikatle bağ, iddiaların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı mühim değil, bu zaten bir algı savaşı. Bu tür bir itibarsızlaştırmanın Türkiye için maliyetinin de ne olduğu önemli değil, yeter ki hükümet gitsin ondan sonrası tufan.
Halkbank'a düzenlenen operasyonun içeriğinden bağımsız şekilde, Türkiye'nin İran'la olan doğalgaz anlaşmasının uluslararası mevzuata uygun olduğu, zaten bir sır olmadığı, Türkiye'nin bu tür uluslararası hukuka aykırı davranışlardan bir devlet politikası gereği uzak duran bir ülke olduğu bilgisi, elbette, bu epey büyük kampanyada bir “detay” olarak kalıyor.
İşin el-Kaide kısmı ise daha ilginç. Buradan yarın devam ediyoruz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.