Filozof Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” der; ben de, “İrade ediyorum, öyleyse varım” diyorum. Neden ve niçin irade?..
İrade, kısaca isteme ve dileme, emir ve buyruk anlamına gelir. İnsanı insan eden, onu diğer canlılardan üstün ve imtiyazlı kılan özelliklerden biridir irade. Ancak, adı ve varlığına rağmen, tedavülde etkisiz ve yetkisiz bir değerdir irade. Ontolojik ve fonksiyonel misyonu itibariyle yaşamın en aktif ünitesi olmalıyken, işlevsel ve işletimsel değeri en asgari düzeyde seyreden bir manevi mekanizmadır irade. Binler teessüf; istismar, istihmar(*) ve hovardaca kullanıma en çok peşkeş çekilen, daha doğrusu paçavraya dönüştürülen bir duygudur irade. Peki, böyle mi olmalıydı irade? İrade bu kadarda mı ucuz bir meta? Elbette değil...
İrade; hayatın ve varlığın farkına vardıran bir bilinçtir. İrade; kendine ve mukadderatına sahiplenme gücü ve güdüsüdür. İrade; kendini inşa, idare ve özgürce yaşamaya kendince karar vermedir. İrade; her türlü dayatma ve dayatılmaya karşı direnme azmidir. İrade; her türlü fiziksel, düşünsel ve psikolojik kuşatıcılığa inat, bağımsızca bir duruştur. İrade; seçkinlere ve imtiyazlılara rağmen, özgürlükten ve özgürce seçimden yana tavır koymaktır. İrade; ben ile bizin, fert ile toplumun, madde ile mananın sentezini kurarken, birini ötekinde tüketmemektir. İrade; yaratılmışlara saygı ve her birini kendi kıymet ve konumunda değerlendirmektir. Ve irade; yok edilmeye ve yok sayılmaya direniş, varlığın ve var olmanın bilincine ulaşmadır…
Her ne kadar biz, yaşadığımız kâinat ve tabi olduğumuz yaratılış yasaları, bize rağmen ve irademiz dışında var olmuş isek de, sonuçta ortada bir gerçeklik var: İradeliyiz, irade sahibi kılınmışız. Bu, ilahî bir tercih ve insana atfedilen değerin ifadesidir. Mademki tercih Allah’a aittir, o halde, bu tercihe saygı duyulmalı ama varlık sebebi de araştırılmalıdır. Bir ilahî irade ki, insanın iradesini kendi iradesine bir şart ve öncül kabul etmiştir. Yani, insanın tercih ve teşebbüslerinde insanın iradesini, kendi iradenin tecellisine şart kılmıştır.
Öte taraftan, o yaratıcı, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara 256) ve yine, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”(Kehf: 29) diyerek, iradeyi serbest ve insanın tercihlerinde hiç bir zor ve cebire başvurmamıştır. “Ey resulüm de ki, ister inansınlar, isterse inanmasınlar!”(İsra: 107) diyerek, insanların talep ve seçimlerine tanıdığı İlahî müsamahasını tescillemektedir.
Evet; yaratan, yöneten, sorumluluklarımızı tayin ve tevzi eden Yüce Allah, her şeye rağmen, insanlara iman ve inkârda, doğru ve yanlışta, hak ve batılda, itaat ve isyanda zor çıkartmıyor; ister istemez inanmak ya da kulluk yapmak noktasında cebrî bir cendereye sokmuyor. Bilakis, imtihan gereği olarak, tarif ve tavsiyelerde bulunurken, seçim ve tercihte zorlamıyor, muhayyer bırakıyor; kendi yolunuzu siz çizin, akıbetinizi siz belirleyin diyor.
İşte bu noktadandır ki, zor ve zorbalık altında bir insanın iman etmesi de, inkâr etmesi de kabul görmemiş; makbul karşılanmamıştır. Meşhur kelamcı Sa’d-ı Taftezanî imanı tarif ederken, “Kulun kendi cüz-i iradesini sarfından sonra Allah’ın onun kalbine ilka ettiği(koyduğu) bir nurdur” demektedir. O halde, irade sıradan bir özellik değil; kabul ve reddin, iman ve küfrün şartıdır. Öyle ise yabana atılır ve es geçilir bir husus olarak bakılmamalıdır.
Demek insanoğlu, kendisine verilen duygu, kabiliyet ve donanımların her birini yerinde, lazım ve olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak görmeli. Kendisine verilen his ve hususiyetlerin; iç ve dış ünitelerin, maddi ve manevi aletlerin, görünen ve görünmeyen uzuvların her birini yaratılış gayelerine uygun kullanmalı ancak kullandırtmamalıdır. Kendisinden beklenilen budur ve ancak bu bağımsız kullanımı sayesinde kendisini gerçekleştirebilir; başkası değil, kendisi oluverir.
Yoksa başkasının iradesine teslim olan, başkasının aklıyla düşünüp değerlendiren, başkasının gözüyle bakıp gören, başkasının kulağıyla dinleyip işiten, başkasının eli-ayağı ve payandası olan... kendisini gerçekleştiremez ve kendisi olamaz. O artık başkalaşmış; kendine yabancılaşıp uzaklaşmıştır. İşte, iradenin sıfırlandığı ya da öldürüldüğü nokta... İşte insanın insanlıktan çıkartılıp hayvanlaştırıldığı nokta... İşte insanın, Allah’ın kulluğundan çıkartılıp köleleştirildiği nokta... İşte Hz. Ömer’in, “Anaların hür olarak doğurduğu insanları, siz nasıl köleleştirirsiniz?” feryadının ete-kemiğe büründüğü nokta...
Geçmişten günümüze en muzdarip olduğumuz ve belki de her türlü karmaşanın ve çıkmazlarımızın gelip düğümlendiği ana problemimiz: İradesizlik ya da iradelerin rehin alınması... Filozof Pisagor’un “Kişi iradesine sahip olmadıkça özgürleşemez” sözü ile Platon’un “En büyük zafer, insanın iradesine sahip olmasıdır” sözünün vurguladığı gerçek, iradesizliğin ne anlama geldiği ve neye mal olduğunu anlamak noktasında hayli anlamlıdır.
Kur’an-ı Kerim, Yahudi ve Hristiyanları tasvir ederken, “(Onlar) Allah’ı bırakıp haham ve keşişlerini ilah edindiler” (Tevbe: 31) diyerek onları eleştirir; sapkınlıklarına delil gösterir. Yani, kendi özgür iradelerinden ve seçme kabiliyetlerinden soyutlanarak, dizginlerini kendi ulularının ellerine verdiler; kendileri adına onları mutlak hüküm ve hükümranlık sahibi kıldılar. Peki ya bu gün?
Evet; bu gün farklı bir şey yaşanmıyor; bunca yüzyıllardır pek değişen bir şey yok! Kitlelerin saflığından, sofuluğundan, cahilliğinden, bölük-pürçüklüğünden, menfaat düşkünlüğünden, ırkî ve mezhebî taassubundan, körü körüne teslimiyetçiliğinden, dinî ve manevi duygularını kullanmaktan, zaaflarını yakalamaktan... hareketle ya da bu işe soyunanların zekiliğinden, entrikacılığından, örgütlülüğünden, uluslararası bağlantılarından, güç ve iktidarından, servet ve saltanatından, siyaset ve nüfuzundan, bilgi ve becerisinden, yağcı ve dalkavuklarının çokluğundan istifadeyle kitleleri kendilerine ram ve muti kılmaları; onlar üzerinden rab ve ilahlık taslamaları, dün olduğu gibi bu gün de yaşanıyor.
Bazen şeyh ve mürşid, bazen hoca ve hocaefendi, bazen gavs ve seyyid, bazen asilzade ve hanedan, bazen üstad ve ağabey, bazen imam ve lider, bazen başkan ve önder, bazen reis ve komutan... kısacası, enva-i çeşit nam ve unvanlarla toplumu paralayıp parçalayanlar; aynı toplumu, cemaat ve cemiyet, tarikat ve mezhep, parti ve örgüt, grup ve ekol, komite ve hareket, bölge ve kavmiyet, boy ve aşirete taksim ederler; pasif ve etkisiz kılarlar; canavarca iştahlarına yem ve lokma edinirler.
İradeleri ellerinden alınanlar, irade nimetinden mahrum kılınanlar, nihayette kendilerini bağlı ve bağımlı görmenin ötesini görmezler; zorba ve istismarcı güç ve odakların mahkûmu olmayı kader görürler. İster istemez boyun eğer, itaat ederler. Kendileriyle ve Allah’la olan bağları kesilir. Onların dünyalarında Allah sadece sembolleşir; belirleyici ve yön verici olma vasfını kaybeder. Zaman zaman teberrüken ondan ve onun emirlerinden bahsedilir; ama hiç bir zaman nihai hüküm ve karar mercii olmaz.
Tapındıkları büyüklerinin ve ulularının buyrukları ile sözde inandıkları Allah’ın ve sözde ümmeti oldukları Peygamberin tavsiyeleri çakışmaya görsün, derhal Allah ve Peygamberden yüz çevirirler; asıl kıbleleri, mabetleri ve mabutları olan masivaya, yani Allah’ın dışındaki ilahlarına yönelirler. Onlara arz-ı hal ederler, onlardan çözüm beklerler. Zira onların yegâne menfaat ve zarar mercileri, sadece ve sadece Allah’tan gayrı olan uluları ve ululadıkları meşrep, meslek, mezhep, klik, örgüt, parti ve patırtılarıdır. Sadece sıkıştıklarında, çaresiz kaldıklarında “Allah!” derler; ama çare ve çözümden yana en ufak bir umutları da olsa, Allah’ı, onun emirlerini; Peygamberi ve onun sünnetlerini derhatır etmezler.
Kur’an-ı Kerim, müşriklerden bahsederken, onların putları için, “Sırf bizi Allah’a yaklaştırsın diye onlara tapıyoruz”(Zümer 3) iddialarını yerden yere vurur; yüzlerine çarpar. Ancak, bu putperestlik sadece Cahiliye döneminin bir inancı değildir; bu inanç adeta tenasühle günümüze kadar bulaşarak gelmiştir. Bu gün şeyhlerini ve mürşitlerini, hoca ve hocaefendilerini, seyda ve seyyidlerini, üstad ve pirlerini, serok ve serdarlarını, lider ve önderlerini ilahlaştıranlara ne demeli?
İradelerini yitirmiş cemiyet fertleri, umudu, teselliyi, kurtuluşu, çareyi, çözümü, maddi-manevi iflahı kimde ve nelerde buluyor? Kimlere teveccüh edip yalvarıyor; kimlerden istimdat ve istianede bulunuyor? İşte bizi bağlayan, iflahımızı söken, bizi fikri ve fiziki köleliğe mahkûm eden bu iradesizlik ve ondan mütevellit özgüvensizliktir.
Hiç bir beşerî ve ideolojik put; hiç bir tabulaştırılmış ve tanrılaştırılmış kişi ve odak bizim ile Allah’ın arasına girmemeli; Allah’a yakınlaştırıcı aracılar olarak görülmemelidir. Aksine, Allah’ı unutup masiva putlarına sarılanları, Allah da unutur ve kendi bedbaht kaderleriyle baş başa bırakır. Allah’a kul olanlar, insanlara kul ve köle olmamalı. Bir kalpte iki ilahı barındırmaya çalışmak, sadece şirktir ve Allah’ın düşmanlığını davet etmektir.
“Ben ekmeksiz yaşarım, ama özgürlüksüz asla!” diyen, çağın çilekeşi, hayatı boyunca inandığı gibi direndi; direndiği gibi yaşadı ve yaşadığı gibi öldü. O iradesini zorba ve müstebitlere teslim etmedi, zulme ve tagallübe boyun eğmedi; zadegânların saltanatına bendegân olmadı; onların safına iltihak etmedi. Esir oğlu esirlerden olmadı.
O çilekeş, “İzzetle ölümü zilletle yaşamaya tercih ederim” dedi. O, “Zalimlere müracaat edip onlardan hak talep etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir” dedi. O, irade-i padişahîyi reddederken, “Maksadım, meylü’l-ağalık ve meyl-i tahakküm ve meyl-i riyaseti öyle bir öldürmektir ki, ta kıyamete kadar haşrolmasın!” dedi.
O çilekeş, “Ben meşreben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyet’ten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim” dedi ve hep öyle yaşadı.
Kuru bir ekmekle beslenmeyi başkalarının en ala baklavasına tercih eden ve yüz yamalı bir elbise giymeyi başkalarının en murassa kumaşına tercih eden o irade ve azmin sembolü, Barla ve Çam Dağı’nda tefekküre durduğu Çınar ve Katran ağaçları için “Bu menzilleri Yıldız Sarayı’na değişmem!” demiştir.
Kendisine, “Gel, vazgeç bu sevdadan!” denilerek “Medresetüzzehra” üniversitesi projesinden vazgeçmesi karşılığında maaş teklifinde bulunulduğunda, “Ben milletim için buraya gelmişim; ben maaş dilencisi değilim. Kürdistan’da Kürtlerin perişan hâli ortadayken, bana para teklifiniz sadece bir sus payıdır.” demiştir. “Bu para Abdülhamid’in iradesiyle sana teklif edilmiştir; kabul etmemekle Padişahın iradesini reddediyorsun!” denildiğinde, “Kürdlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahîyi reddediyorum ki, ta beni çağırsın, hakikati ona anlatayım!” demiştir. “Bu işin sonu tehlikelidir!” tehdidine karşılık, “Denize de atsanız benim için bir geniş mezar olur!” diye pervasızca direnen çağın çilekeşi, asla ve kata iradesini zorbalara teslim etmemiş; başını eğmemiştir.
Evet; sırf “Dünya dönüyor” diyen Galile’yi engizisyon mahkemesine veren skolâstik anlayış ile iradeyi hiçleştiren; mensuplarını iradesiz güruhlar haline getirten günümüz skolâstikçi bağnazların ne farkı var? Saltanatının ihtişamından başı dönüp sersemleşen Firavun’un “Sizin en yüce rabbiniz benim” (Naziat: 23) ile “Ben, benden başka bir mâbûdunuz olduğunu bilmiyorum!” (Kasas 38) diyen Firavun ile, kendilerini yegâne efendi ve kurtuluşçu olarak takdim edenler; kurtuluş yolunun kendi ellerinde ve dizlerinin dibinde olduğunu ileri sürenlerin ne farkı vardır?
“Dünya iki padişaha dar, birine birazcık geniştir” diyen sultanî ve emperyal anlayış ile, doymak nedir bilmeyen; hırs ve ihtirasları uğruna dünyaya dalan ve mensuplarını dünyalık ve arpalıklara salıveren; kamunun imkânlarını ve nüfuzunu kendi gurup ve örgütlenmeleri uğrunda pervasızca kullanan açgözlü Karunların ne farkı vardır?
Sana’da alternatif bir tapınak inşa ederek Kâbe’yi yıkmaya teşebbüs eden Ebrehe ile kalp ve kafaları, irade ve istikametleri tahribe çalışan; bunun yerine ideolojik ve kurumsal kıbleler inşa eden çağdaş Ebrehe’lerin ne farkı vardır?.
Tavanda bu cinayet ve habasetler işlenirken, tabandakilerin sürü psikolojisiyle hareket etmelerine ne demeli? Neden sorgulama yapmıyorlar? Neden Allah’ın ve insanların haklarını hatırlatmıyorlar? Neden “yeter bu zulüm!”, “yeter bu talan!”, “yeter bu dünyevilik!” ve “yeter bu şımarıklık!” diyemiyorlar? Çünkü can damarları koparılmıştır; yani iradesizleştirilmişler. İradeyi besleyen tüm havzaları kurutulmuş, iradenin varlık ve idame sebepleri yok edilmiştir.
Baştaki irade katilleri ya da iradeyi öğütüp pespayeleştiren mekanizmalar, kitleleri ilahî ve aslî fıtratlarından uzaklaştırıp yeni baştan formatlamışlardır. Kendileri olmaktan çıkartıp deformasyona uğratmışlardır. Deforme olmuş kitlelerin direnç gösterme şansı yoktur ve olamaz. Hiyerarşik düzenlerini kurmuş ifsatçılara karşı, bölük pürçük yığınların; kafa ve kalpleri dumura uğratılmış iradesizlerin bir irade geliştirmeleri sözkonusu olamaz.
İrade; “Rabbin dileseydi, elbette insanları bir millet yapardı.”(Hud: 118); zira O’nun kudretine sınır yoktur; “O, bir şeyi irade ettiğinde, sadece ‘Ol!’ der, o şey hemen oluverir” (Yasin: 82) Ama iradesi farklı tecelli etti... Diller, dinler, renkler, özellikler... Türk, Kürt, Arap, Acem, Fransız, İngiliz... Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Brahman; Budist, Şamanist, Deist, Politeist, Ateist... Beyaz, siyah, sarı, kızıl... Fikirler, fiiller, eğilimler; ahlâk, huy, adet ve mizaçlar...
O halde, İlahî iradeye rağmen, nedir bu inat, nedir bu karşı savaş! Nedir bu tekleştirme, nedir bu benzeştirme! Nedir bu eritme, nedir bu çürütme! Nedir bu yok sayma, nedir bu yok etme!
Eko-sistemin de, sosyo-sistemin devamlılığı, iki iradenin uyumundadır; yani İlahî ve beşerî iradelerin birbiriyle ahenkli yürümesindedir. Bir başka ifadeyle; kurulu sistemlerin (kozmosun) korunmasındadır. Bunun yolu, İlahî iradenin beşerî iradece benimsenmesi ve izlenmesindedir. Bununla birlikte, Allah, yol-yöntemi ortaya koymuş, hangi uygulamaların hangi sonuçlara götüreceğini belirtmiş, ama beşerî iradeyi serbest ve kendi tercihleriyle başbaşa bırakmıştır. “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk: 2) ayetiyle, yaşamı bir sınav, ölümü ise bir mücazat ve mükâfat vesilesi kılmıştır.
O halde; Allah’a rağmen rol çalmaya çabalayan sahte ilahlara ne demeli? İnsanların iradeleriyle oynamaya çalışan; irade kodlarını bozmaya çalışan deformatör sahte ilahlara ne demeli? Allah ile kulları arasında barikatlar inşa eden; Allah’ı adeta göklere sıkıştırıp hapsederek insanların yüz ve yönlerini kendilerine tevcih eden çağdaş firavunlara ne demeli? İlahî ve evrensel mesaj olan Kur’an’a topyekûn ama şartsız ve ön kabulsüz bağlanmak yerine, kitabın özünü ve manasını tahrif ederek adeta kendilerine benzetmeye çalışan çağdaş Belamlara ne demeli?
Zevk ve şehvet, heva ve heves, fikir ve felsefe, iddia ve ideolojilerini birer kutsal nas ve metinler halinde mutlaklaştırıp topluma ve müntesiplerine dayatan çağdaş Cebriyecilere ne demeli? Sözde Allah’a inanıp onu yaratıcı kabul edenlere; ama iş yönetme ve hüküm koymaya geldiğinde yan çizip, “Allah göklerin, biz yeryüzünün hâkimiyiz; dolayısıyla yerin yasa ve yönetim hakkı bizdedir, bizden sorulur” diyen çağdaş müşriklere ne demeli?
Diyeceğimiz gayet açıktır: Bu baş belaları, başımızdan ya kalkacaklar, ya kalkacaklar!...
Peki ya bu çağdaş putlara perestiş edenlere ne demeli? Kendi putlarını inşa edip sonra karşısına geçip tapınan ilkel müşrikler ile bu gün etten-kemikten putlara tapanlara; kayıtsız-şartsız teslimiyet gösterenlere; iradesini kiralatanlara ne demeli? Hakka hak, batıla batıl diyemeyen bu dilsiz şeytanlara ve şeytan çarpmışlara ne demeli? Hz. Ali’nin, “Haksızlıklar karşısında susarak sessiz kalanlar, haklarıyla beraber izzet ve şereflerini de kaybederler” uyarısına rağmen, zalim ve zorbalara karşı deve kuşu gibi başını gayretsizlik kumlarına sokmuş ya da ölü torağına gömülmüş nüfuz ve otoritelerin emir kullarına ne demeli? İradelerini katledenlere, can damarlarını koparanlara, kanlarını içen en büyük hasımlarına itaatkâr kullar kesilen ferasetsizlere ne demeli?
İşte, ilahlaştırılan zalim ve zorba hükümdarlar, krallar, imparatorlar, şahlar, feodaller, hanedanlar, ağalar, beyler... Ve işte kutsanan papalar, hahamlar, keşişler, brahmanlar... ve işte günahsızlık ve masumiyet zırhıyla korunmaya alınmış sahte gavslar, pirler, şeyhler, seyyitler, hanedanlar… ve işte iradesizleştirilerek şeref ve haysiyetlerinden, itibar ve saygınlıklarından mahrum bıraktırılmış kul ve köle ruhlu yığınlar...
Hâsılı: “Zalimler de nasıl bir inkılab ile devrileceklerini, yakında öğrenirler.” (Şuara: 227) Bunun için yegâne yol: Özgür ve sağlam bir irade ve sağlıklı ve istikametli bir fikir...
(*) Eşekleştirme
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.