İnsanların hayatlarını ne belirler?
Benim buna basit bir cevabım var.
Sahip oldukları enerjiyi nereye ve nasıl harcayacakları konusunda verdikleri kararlar belirler.
Her insanın belli miktarda enerjisi bulunur, ne yaparsanız yapın bunu belirli bir limitten daha öteye taşıyamazsınız.
Doğumunuzdan ölümünüze dek, neredeyse her an elinizdeki enerjiyi nasıl kullanacağınıza dair bir karar verirsiniz.
Günlük hayatın akışı içinde vereceğiniz kararlar o gününüzü şekillendirir ama o enerjiyi hangi alanda harcayacağınıza dair verdiğiniz temel karar bütün ömrünüzün rotasını çizer.
Bu enerjiyi koyun otlatarak, yazı yazarak, plan çizerek, bir dairede evrakları denetleyerek, banka soyarak, ülke yöneterek, bilgisayar oyunları hazırlayarak, insanları öldürmeyi öğrenerek, mal alıp satarak, binalar yaparak, uçakları uçurarak, araba sürerek kullanmak gibi neredeyse sonsuz ihtimal vardır hayatınıza başlarken.
Vereceğiniz bu karar mesleğinizi ya da işinizi belirler.
O mesleğin ya da işin içinde enerjinizi kullanma biçiminiz de, yaptığınız işlerde ulaşacağınız düzeyi ortaya çıkarır.
Genellikle yeteneğinizle enerjiyi kullanma biçiminiz arasında kuvvetli bir bağ vardır, insanlar yeteneklerinin bulunduğu alanlarda enerjilerini harcamak isterler.
Bazen koşullar, bu enerjiyi yeteneklerinizi en iyi biçimde değerlendirecek şekilde kullanmanıza engeldir, o engelleri, yetenekleri en fazla, enerjileri en yüksek olanlar aşar.
Doğadaki “güçsüzü eleme”, sadece en güçlüleri yaşatma kuralı ne yazık ki aynı insafsızlıkla insan topluluklarında da kendini gösterir, insanlar da bu “insafsız” kuralı aşabilmek için örgütlenirler, doğanın zayıflara göstermediği anlayışı toplumlar kendi bireylerine göstermeye uğraşırlar.
“Zayıf” doğan yavrular doğada mutlaka birilerine yem olup kaybolurlar, insan toplulukları ise “zayıfları” da kurtarmayı amaçlarlar.
İlkellikle gelişmişlik arasındaki temel farklardan biri, toplumun “zayıfları” kurtarma refleksleri ve yetenekleriyle ortaya çıkar.
İnsanoğlu henüz bütün “zayıfları” kurtaracak bir sistem icat edemedi, komünizm bunu amaçladı ama ne yazık ki başaramadı.
Kapitalizm ise zayıfları harcayarak güçlendi, en güçlüleri destekleyerek bir gün bütün zayıfları da kurtarabilecek bir düzeye gelebileceğine inandı.
Ama bütün zayıfları toptan kurtaracak bir aşamaya ulaşamadı.
Şimdilik, “gelişmiş” devlet kendi bireylerinin önemli bir kısmını “kurtaracak”, onlara daha kısıtlı olan yetenekleri ve enerjileriyle sıradan bir hayat kuracak imkânları geliştirmeye uğraşıyor, yavaş yavaş da “bireylerini” kurtaran tek tek devletler aşamasından bütün insanlığa ortaklaşa sahip çıkılacak “küresel” bir anlayışa doğru hazırlanılıyor.
Dünya sanırım önümüzdeki yüzyılda bunu başaracak.
Yaşadığımız çağın sonunda, “zayıf” olduğu için kurban olan insan kalmayacak yeryüzünde.
Ama o güne daha epey var.
Şimdi hâlâ toplumlar kendi içlerindeki bireylerin kurtuluşuyla uğraşıyorlar.
Bazıları daha çok insan kurtarıyor, bazıları daha az insan kurtarıyor.
Peki, bizim ülkenin durumu ne?
İnsanların hayatlarını enerjilerini nasıl ve nereye harcadıkları belirlediği gibi toplumların hayatlarını da o toplumsal enerjiyi nereye ve nasıl harcadıkları belirler.
Biz bugün enerjimizi “zayıfları” da kurtarmak için harcıyor muyuz?
Ne yazık ki bunun cevabı, hayır.
Bu ülkede her ay ortalama elli işçi ölüyor.
Çürük köprüler çöktüğü için insanlar sulara kapılıyor.
Doğru dürüst yapılmadığı için binalar çöküyor.
Toplumsal eşitliği sağlamadığımız için dağlarda genç çocuklar birbirlerini vuruyor.
Devleti düzeltemediğimiz için Uludere’de köylüler göz göre göre katlediliyor.
Hapishaneler fikirlerinden dolayı suçlanan insanlarla dolu.
Ve, bizim toplumsal örgütlenmemiz bu insanları kurtarmak için değil aksine öldürmek için harekete geçiyor.
Devletin içinden çıkan Susurluklar, Ergenekonlar, Balyozlar hep öldürme amaçlı.
Biz bunların hepsini devletin içinden temizleyemedik.
Enerjimizi “kurtarmaya” yönlendiremedik.
Kendi içindekileri kurtaramayan bir toplum, başka ülkelerdekini kurtarabilir mi?
Bu çok zor.
İnandırıcı da değil üstelik.
Türkiye’nin güçlenebilmesi, başkalarını da kurtaracak bir düzeye erişebilmesi için önce kendi insanlarını kurtarabilecek, onları öldürmeyecek, öldürenden hesap soracak bir aşamaya ulaşması gerekiyor.
O aşamaya ulaştık mı?
Bunu cevabını bulmak isteyenlerin Uludere’ye, Meclis’te ağlayan Uludereli annelere bakması yeterli.
Türkiye, enerjisini “parlak” bir gelecek için harcamıyor, Türkiye enerjisini kendi içinde belayı sürekli yaşamak ve zayıfları kurban edecek bir örgütlenmeyi sürdürmek için harcıyor.
İnsanlar gibi toplumların da geleceğini enerjilerini nasıl harcadıkları belirliyorsa gerçekten, Türkiye’de siyaset “toplumsal enerjimizi” nasıl harcayacağımız üzerine yapılacak tartışmalara girmek olmalı.
Ama biz hâlâ nasıl öldürebileceğimizi saptamaya uğraşarak harcıyoruz enerjimizi.
Bizi gelişmiş dünyadan da enerjiyi yanlış harcamamız ayırıyor zaten.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.