Bu hafta iki bürokratın yaptıkları açıklamalara gelen tepkileri konuşuyoruz. Bir toplantıda, 2005 yılında bir konferansta “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz!” dediğini hatırlatan Diyarbakır’ın yeni Emniyet Müdürü Recep Güven’in basına akseden bu sözlerine cevaben, MHP lideri Devlet Bahçeli ve Başbakan teröristlere ağlamadıklarını, ağlamayacaklarını gayet sert bir şekilde açıkladılar. Bahçeli müdürün istifasını isterken, Başbakan Emniyet Müdürü’ne “işine bakmasını” söyledi.
Böylece Erdoğan’la Bahçeli’nin neredeyse bire bir örtüştükleri bir fotoğraf karesi çıktı ortaya. Bu şaşırtıcı bir şey değil artık, aylardır yazılıp çizilen bir tesbit. Hatta AK Parti de MHP gibi muhalefette olan bir parti olsaydı o kadar sorun da edilmezdi, milliyetçi tabana yönelik gaz alma filan denebilirdi. Nitekim CHP lideri tam da bu anlamda bir değerlendirme yaptı zaten, ama AK Parti muhalefette değil, iktidarda ve Kürt meselesinin çözümü konusunda birinci dereceden sorumlu ve yetkili mevkide bulunuyor. Bu konumdayken Sayın Başbakan, Devlet Bahçeli ya da Kılıçdaroğlu gibi davranma hakkına sahip mi, sorun bu. Bence bu hakka sahip değil, çünkü bu ülkede kime sorsanız, Kürt sorununun çözümü konusunda akla gelecek en son isimler Devlet Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu olacaktır. Bahçeli dediğinizde, şimdiye kadarki bütün söylemleri “çözmek” değil, “ezmek” üzerine kurulmuş bir parti ve liderinden bahsetmiş oluyorsunuz.
Kılıçdaroğlu ise, doğrularla yanlışları aynı paragrafta kendisine özgü bir mantık örgüsü içinde zikredebildiği için, daha uzun süre muhalefette kalmaya mahkûm görünüyor. Ancak şimdilerde Başbakan’ın da Kılıçdaroğlu tarzı cümleler kurmaya başlaması ve Bahçeli gibi refleksler veriyor olması, bu ülkede çözüm bekleyen herkesi endişelendiriyor.
Bu korku sineması atmosferinde, AK Parti’den Bülent Arınç, BDP’den Sırrı Sakık, CHP’den Sezgin Tanrıkulu’nun sağduyulu, yapıcı beyanları içimize su serperken, bölgedeki sivil toplum örgütlerinin temsilcileri de, Recep Güven’in açıklamasından duydukları memnuniyetlerini bildirmişlerdir. Ben de memnun olanlar arasındayım ve kendisine başarılar, kolaylıklar diliyorum.
Gelelim ikinci vakaya. Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk’ün bir konuşmasında, kendisine sorulan bir soru üzerine verdiği cevap kaç gündür medyayı işgal etti. Toplumumuzda çocuklara Kur’an’dan isim verme konusunda yaygın bir uygulama var, hatta halk arasında eğer çocuğun ismi Kur’an’dan değilse, ahirette kendisinin tanınmayacağı gibi kimi inanışlar mevcut. Müftü Bey, bir uyarı yapmış ve Kur’an’dan isim seçerken, anlamı “isim olmaya uygun olmayan” kelimelerin seçilmemesini tavsiye etmiş. Bence çok doğru bir tavsiye, ancak sorun Kezban, Rumeysa, Gülsüm gibi isimlerin anlamları konusunda yaptığı açıklamalar yüzünden çıkmış görünüyor.
Sanıyorum Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de bu yüzden devreye girdi ve bir düzeltme yapma ihtiyacı hissetti. Ancak bu isim verme mevzuu, her dönemde dinî ya da ideolojik tutumlardan nasibini alan bir konu. Okul sıralarında, Denizler, Mahirler, Ulaşlar, Mustafa Suphiler ile, Ammarlar, Yasirler, Alpaslanlar yan yana oturuyorlar, bu belki de iyi bir şey. Fakat benim kafam daha çok soy isimlere takılmış durumda. Geçmişte bir sebeple telefon rehberini şöyle bir taradığımda, öyle ilginç soyadları ile karşılaşmıştım ki, insanlar nasıl olup da bu soyadlarını kullanabiliyorlar diye bayağı düşünmüştüm. Burada örnek vererek bir pot da ben kırmak istemiyorum ama, hani birisi kendisine soyadıyla hitap etse hakaret etmiş duruma düşeceği şekilde, fazlasıyla ilginç soyadlarına rastladığımı hatırlıyorum. Galiba bizim insanlarımız soyadlarını, anlamlı bir kelimeden ziyade bir tür “kodlama” olarak kabul ediyorlar ki, ismin garabeti onları rahatsız etmiyor ve kullanmaya devam ediyorlar. Tabii, bu gibi konularda hassas olup adını, soyadını değiştirenler de var.
Ancak ben bütün yönleriyle bu isim ve soy isim mevzuunun, toplumumuzun kimi kodlarını açığa çıkaracağı beklentisiyle, sosyolojik bir araştırmaya konu olmasını istiyorum. (Belki de zaten yapılmıştır, bilemiyorum.) Değiştirilen köy isimleri gibi olgularla birlikte düşünüldüğünde, “adlandırma” eyleminin iktidar, gelenek, insan tasavvuru gibi unsurlarla ne kadar yakından ilişkili olduğu açık. Bu vesileyle İbrahim Sediyânî’nin sözcülüğünü yaptığı “Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz” kampanyasına da bir selam gönderelim. Cumhuriyet tarihi boyunca sistematik olarak sürdürülen Türkleştirme politikası uyarınca, çeşitli zamanlarda halkına sorulmadan, rızası alınmadan “zorla” değiştirilen 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin adını geri istemek üzere düzenlenen kampanya, http://www.ufkumuz.com/imza/index.php adresinde devam etmektedir. Toplumsal barışı bir günde tesis etmek mümkün değil ama buna katkıda bulunabileceğimiz her vesileye sarılmak, küçük de olsa yapabileceklerimizi ihmal etmeden yapmak önemli diye düşünüyorum ve sizi bu kampanyaya destek olmaya davet ediyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.