Ortadoğu’nun tarih boyu hep karmaşık olmuş siyasi ilişkiler ağı içine son zamanlarda Türkiye’de duhûl etti. Başbakan Tayyip Erdoğan Arap âlemini fethe çıktı. Kimileri gibi bunu kolaycı biçimde “Yeni Osmanlıcılık hayali” ya da “alt emperyalizm” olarak yorumlayıp bu açılıma önyargılı bakmıyorum. Mesele bu denli basite indirgenemez. Hiç kuşkusuz AK Parti içinde bu nostaljik hayallerin peşinde olanlar vardır ve Başbakan’ın bu girişiminin bu çevrelerin hayallerine güç vereceği de kesindir. Ama ne olacak sonunda, Osmanlı imparatorluğu mu kurulacak? Hayır. Hayaller her zaman gerçeklerle yüzleşir ve su yatağını bulur.
Günümüz dünyasında Türkiye istese de Osmanlı olamaz, istese de alt emperyalist ülke gücüne varamaz. ABD’nin bile dünya üstündeki hegemon rolünün sarsıldığı bir dünyada böylesi hayallere yer yok. Eğer dünyamız hiç değişmedi diyenlerdenseniz, eski dünyada isek bu durumda da kimseye bu pastayı yedirmezler. Sonuçta kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye’de dünya sermaye devleriyle boy ölçüşebilecek kaç büyük sermaye grubu vardır? Evinizdeki beyaz eşyaların, kullandığınız otomobillerin markalarına bakmanız bu soruya cevap için yeterli olur.
Yoksa Türkiye şanlı ordusuyla Ortadoğu’yu fethe mi çıkacaktır? Hangi orduyla? Karakollarını bile korumaktan aciz bir orduyla mı? Bu orduyla mı İsrail’i yenecektir?
Bunları kenara kaydettikten sonra olan bitene bir bakalım.
Ne olmakta?
Türkiye’ye Soğuk Savaş döneminde Batı’nın, NATO’nun ileri karakolu olma misyonu verilmişti ve bu misyon gereği Türkiye komşu ülkelerle ilişkilerinde bağımsız bir dış politika sahibi olamamış, Ortadoğu’da Batı’nın çıkarlarını gözetmenin dışında kişilikli bir siyaset izlememişti. Süveyş Kanalı sorununda, Cezayir’in bağımsızlığı konusunda olduğu gibi hep Arap halklarının çıkarları aleyhine tutum almıştı. Bu nedenle de bugüne dek Arap âlemi gözünde Türkiye saygın bir ülke konumunda değildi.
Bu durum AK Parti hükümetleri döneminde adım adım değişmeye başladı. Bu değişimde Soğuk Savaş’ın bitimini izleyen yıllar içinde ABD ve NATO hegemonyasının sarsılmasının önemli bir payı olsa da AK Parti’nin dışa açılma ve İslam dünyasına yakınlaşma siyasetinin belirleyici rol oynadığı kesindir. Değişen yalnızca Türkiye olmadı, İslamcı bir gelenekten gelen bir partinin iktidar olması ve izlediği siyasetler de Arap âleminde dikkatle izlenmeye başlanmıştı. Hem bugün tek tek çökmeye başlayan diktatörlük rejimleri Türkiye’ye bakıyordu hem de onların ezdiği halklar.
Arap Baharı’nın koşullarının doğmasında doğrudan değil ama dolaylı biçimde Türkiye’nin bir rolü olduğu tartışmasızdır. Tunus, Mısır, Libya, Suriye hakları İslamcı gelenekten gelen bir partinin iktidar olabildiği Türkiye demokrasisine, bizim haklı olarak “topal” bulduğumuz bu demokrasiye ilgi göstermeye başladıklarını bu ülkelerin medyaları üstünden görebilmiştik. Batı da Türkiye için “Ortadoğu’da model ülke” nitelemesi yapıyordu.
Kısacası Türkiye ile Ortadoğu ülkeleri arasında karşılıklı ilişkilerin gelişmesi için koşullar olağanüstü elverişliydi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun mimarı olduğu yeni dış politika işte bu yeni koşullar üstüne oturdu. Türkiye artık bağımsız bir dış politikaya yöneliyordu; ama bu bağımsızlığı eski tür değil karşılıklı bağımlılık konsepti içinde anlamak koşuluyla. Böyle olunca bölgemizde halkların yanısıra üç aktörün varlığı görülür hale geldi: Türkiye, İsrail ve Batı.
İnce çizgi
Türkiye bugün bölgede değişimi savunan aktör olarak görülürken İsrail Arap halklarına karşı bölgede eski statüyü savunan gerici bir güç olarak sivriliyor. Dolayısıyla İsrail ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Bu gerilim Mavi Marmara olayında açıkça gözlendi. Aynı olay Batı’nın İsrail’i dizginleme konusundaki ikircikli tutumunu da sergiledi. Gemiye uluslararası sularda baskın düzenleyen ve dokuz kişiyi öldüren İsrail’i orantısız şiddet kullanmakla eleştiren ama Gazze’ye yönelik ablukayı İsrail açısından “meşru güvenlik önlemi” olarak gören ve dolayısıyla Türkiye’yi haksız bulan Palmer raporuna karşı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları uzmanlarının yeni yayınlanan raporu ise tersine bu ablukayı uluslararası hukuka aykırı buldu, yani Türkiye gerekçesinde haklıydı.
Ne var ki, haklı bir gerekçeye dayansanız bile eğer savaşa neden olacak bir adım atarsanız gerekçenizin haklılığı sizi haklı kılmaz. Türkiye-İsrail ilişkisinde ince çizgi buradan geçiyor. Tehlike de burada.
Ortadoğu-Arap halklarının barış, demokrasi, özgürlük, adalet taleplerini aktif desteklemek başka şey, onlar adına İsrail’le savaşa sürüklenmek ise başka bir şeydir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.