Bir toplum ya da inanç gurubu için en büyük felaket, kalemi bırakıp silaha sarılmasıdır. Tersi, en büyük saadeti, kaleme sarılıp silahı bırakmasıdır. Bu tespitten, silahı tümden reddettiğim anlamı çıkartılmasın; aksine “ehlinde”, “yerinde” ve “zamanında” kullanılması şartıyla, “savunma” ve “caydırıcılık” özelliğine her zaman inanmışımdır. Vurgum, silahın “yersiz”, “zamansız” ve “hissiyatla” kullanılmasıdır. İnancım, silahın “ara-sıra”, kalemin ise “beşikten mezara” bir ihtiyaç olduğu yönündedir. Bu itibarla, tespiti, doğru okumak lazımdır. Yaşadıklarımız, bu hususta art niyetliliği değil sağlıklı değerlendirmeyi gerektirmektedir.
Sebepler aleminde yaşıyoruz. Doğal ya da sosyal, hiç bir olay, “durduk yerde” ve “sebepsiz” meydana gelmez. “Yaratılış yasaları” böyle işler. Çözüme talip olanlar, bu yasaları iyi okumalıdırlar; sebepleri dışlayarak değil, görerek, anlayarak çözüme gitmelidirler. Tıp bilimine uyarlarsak, bu, “hastalığı teşhis”e benzer. Salt neticelere takılanlar, çözüm üretemezler; çözümden yana katkı sunamazlar. O halde, şiddete bulaştırılmış, silahı “metod” edinmiş kesimleri de anlamak lazımdır. Zira anlamak, tanımaktır; sorunu teşhis etmektir. “Şiddet”e takılmak, misliyle karşılık vermek, çözüm getirmez; daha da giriftleştirir. Bu metod, tedavisi mümkün olan bir organın kesilip atılmasına benzer. Açıktır, böyle bir uygulama, doktorluk değil, kasaplıktır...
Toplumsal vekâleti üstlenen siyasîlerin de, hukukçuların da tedavi şekli “teşhis” ve “tanımak” şeklinde olmalıdır. Çünkü onlar da birer doktordurlar. Mesela bir iptila olan sigarayı terk ettirmek isteyen bir siyasî, bu işi, uzmanlarıyla yürütmeli; onlarla el ele vererek çözmelidir. Yoksa, tarihte “idam” cezalarıyla bile sonu getirilemeyen sigara tiryakiliğinin, para cezalarıyla bitirilemeyeceği bir gerçektir. Hele de bu işe gönül-hatır meselesini katıp tiryaki birine, “Beni seviyor musun?”, “Evet!”, “Hadi, o halde hatırım için terk et!” muhabbetlerinin para etmediği, istatistiklerle ortadadır.
Demek alışılagelen metodlarla değil, kalemin öngördüğü ilim ve ehliyet esaslarını devreye sokmak gerektir. Nihayet zaman gösterdi ki, ne “şark duygusallığı” ne de “şark asabiliği” çözüm getirmiyor. Silah ve zorbalık gibi, klasik ve demode yöntemler de miadını doldurmuştur, iflas etmiştir. Uygar kafaların çözüm yöntemi, “bilek gücü” ve “hodri meydan”lar değildir; “bilim” “aklıselim” ve “medenice müzakere”dir. Zira “şiddet” ve “kaba kuvvet”, ruh hastaları ve kıt akıllıların kârıdır. Gandi ve Said-i Nursî’yi bilmeyenimiz azdır; biri İngiliz emperyalizminin, diğeri memlekete musallat olmuş zındıka komitesinin tazyik ve şiddetine maruz kalmıştır. Bu güçlerin bütün tazyik ve tahriklerine rağmen, bu münevver ve ileri görüşlü şahsiyetler şiddete tevessül etmemişler; “pasif direniş” esasını benimsemişlerdir. Sonuç; biri Hindistan’ı müstevli ingilizlerden, diğeri milyonları zındıka komitesinin şerrinden kurtarmıştır.
Şiddetin çözümüne dair arz ettiğim bu girişten sonra, kelam ve kalem erbabı bir ümmetin bu günlere nasıl geldiğini, neden şiddetle anılır bir hal aldığını; kucaklayıcı bir dinin mensuplarıyken neden bu gün “öcü” gibi takdim edilmeye başlandığını -kısaca- arz edebiliriz.
Evet, Kur’an’ın ifadesiyle “âlemlere rahmet” olarak gönderilen Hz. Peygamber, Allah’tan aldığı talimatın(vahyin) gereğini eksiksiz olarak yaşamıştır. O, yaşayan Kur’an’dı. Yaşamadan anlatmazdı. Her bakımdan örnek bir yaşantısı vardı. İnsanî erdemlerin tamamını “en üst düzeyde” yaşıyordu. Sözlerinden daha çok uygulamalarıyla öne çıkıyordu. O’na, “emin”(güvenilir) lakabını müslümanlar değil, düşmanları taktı. Yegane davası, “tevhid”, “adalet” ve “özgürlük”tü. Bu uğurda hayatını ortaya koydu. Her zaman hakkın, haklının, mazlumun yanındaydı. Ne zulme ne de mazlumiyete meydan vermedi. İnsanlar gibi, hayvanlara, doğal çevreye sahip çıktı; zarar vermedi, verdirmedi. İşgal ve istila hareketlerinden uzak durdu; diliyle anlatmayı, haliyle örnek olmayı yeğledi. “Hadis”leri gibi, “Hulfu’l-Füdul”, “Medine Sözleşmesi”, “Veda Hutbesi” gibi O’ndan kalma yazılı metinler, o güne olduğu kadar, bugüne ve yarınlara ışık tutan manifestolardır; eşsiz ahlakî, itikadî ve hukukî belgelerdir.
Peki, böyle bir Peygamber’in ümmeti ne oldu da tam tersi bir duruma sukut etti? Bunu anlamak zorundayız. Ta ki, bu ümmetin, başaşağı yuvarlandığı silah ve şiddet gayyasını kurutabilelim; bu gayyada debelenen yüzbinleri kurtarabilelim; ona yönelmiş ya da yönlendirilmiş olanları durdurabilelim; silah ve şiddet yerine ellerine kitap ve kalemi, dillerine kelam ve hitabı verebilelim...
Tarih, miladî 661. Hz. Hasan halifedir. “Ehl-i hal ve akd”, yani sorunları çözenler ve karara bağlayanlarca seçilmiş ehliyetli, liyakatlı beşinci ve meşru halife... Birden beklenmedik bir darbeyle karşı karşıya geliyor. Ebu Süfyan ve Hind’den olma birisi para, sülale ve silah gücünü kullanarak “sultan” olmak istiyor. Kalemi kırıp silahı kuşanan bu muhteris, “Ya saltanat ya savaş!” naralarıyla meydana çıkıyor. Allah’ın kullarına karşı, kendisine kul olanları dikiyor (Daha önce de Sıffin’de Hasan’ın babası İmam Ali’ye kılıç çekmişti)... Ancak İmam Hasan şefkatlidir, ferasetlidir; kan dökülmesin, fitne zuhur etmesin diye -şartlı ve süreli olarak- yönetimi yeni halifeye(!) bırakıyor. “Al, başına çal!” dercesine... Gel gör ki, ne süreye, ne de şartlara uyuldu... Yetmez, “Sultan Muaviye”, ümmetin imamını zehirlettirerek ihanet ve bağiliğini ilan etti. (Hüseyin’in imhasını ise, oğlu Yezid’e bıraktı). Böylece babadan oğula, atadan toruna “saltanat” dönemi başladı...
Evet, İslâm tarihinde, en ciddi kırılma, “hilafet”in “saltanat”a dönüşmesidir. İslâm’ın “şura”(kamuoyu) ve “özgür irade” ilkeleri, halkın sürüleştirilmesiyle(reaya) son buldu. Zorbalığın gücüyle ve güce kul olmuş kapıkulu ulemasının bidatkâr(türedi) fetvalarıyla, “sultan” halife, “sulta” hilafet olarak benimsetildi. Muhalifler, ya zindana ya da darağacına yollandı. Kalem tutan eller kırıldı, hakikati(kelamı) haykıran diller kopartıldı. Asillere mukabil asiler, abidlere mukabil bağiler müstebitler iş başına geçti. “İslâm Hukuku” ilga, “Ahkâm-ı Sultaniye” ve “millî/kavmî gelenekler” ikame edildi. Bunda, en büyük pay, din adına “düzen bekçiliği” yapan “ulema-i sû”ya(kapıkulu ulemasına) aittir. Bunlar, dünya yolunda dini, korku yolunda vicdanlarını sattılar. Ayet ve hadisleri çarpıtarak düzenin en yaman fetvacıları oldular.
İşte, bu kırılmayla birlikte, ümmetin elinden “kalem” alındı, kelam hürriyetine son verildi; halk, sultanî fıkıh gereğince, “maraba” oldu; işçiliğe, çiftçiliğe, rençberliğe mahkûm edildi. Sahip olduğu bütün yetkiler gasbedildi. Cahilleştirilmelerine hız verildi. Cennetle avutulmaya, cehennemle korkutulmaya çalışıldı. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” ifadesi çarpıtılarak ve bağlamından kopartılarak cennet, silah ve savaşa endekslendi. Servet, şehvet, şöhret ve saltanat uğrunda yürütülen işgal ve istila hareketlerine cihad(!) adı verildi. “O gaza senin, bu gaza benim” hamasiliğiyle ümmet attan indirtilmedi; kalemden, ilimden, üretmekten alıkonuldu. Her gazanın mirası, binlerce ölü, on binlerce yetim ve dul insan... Ancak bu kıyım ve kırımlar, şahların, sultanların umurunda değildi. İnsandan çok ne var ki?! Hem insan dediğin “sürü” değil mi ki?!...
Çok iyi biliyoruz; Hz. Peygamber’le insanlığa hediye edilen İslâm’ın temelinde “kalem” ve “mektep” vardır. Peygamber’in(asm) “Daru’l-Erkâm” ve “Ashab-ı Suffa” uygulamaları birer mektep ve kalem seferberliğiydi. Savaş, asla esas alınmamıştır; o, yalnızca bir “savunma” aracıdır. Ve o, “cihad” kavramının yüz parçasından ancak biridir; adı cihad değil, “kıtal”dir. İşgal, istila, yağma, yığma gibi uygulamlar “Sultanî fıkıh”ın ürünüdürler; türedi ve dayatılmış kavramlardır. “Ganimet”, savunma savaşlarında düşmandan ele geçirilenlerdir; müslümanları imha amaçlı olarak kullandıkları araç ve gereçlerdir. Onun da bir hukuku var. En azgın düşmanın bile, -savaşta kullanmadığı sürece- malı ve canı güvencededir. Ancak, Hz. Peygamber’in vurguladığı “meliken adûda”(ısırıcı kral ve sultanlar), bu hukuku tanımazlar; -müslüman dahi olsa- dilediğinden, dilediği zaman ve miktar kadar koparmaya kendilerini yetkili bilirler. Onlar “la yüs’eldir”(!), sorguya, suale tabi değidirler(!).
İşte “Ümeyye” ailesiyle başlayan bu kalem ve kelam düşmanlığı, takip eden saltanat dönemlerinde de hız kaybetmemiştir; gelen gideni arattırmıştır adeta. Saltanat tarihinde değerli şahsiyetler çıkmamış değildir, ama yalancı şafaklar gibi... Ömer b. Abdülaziz, Mehdi-i Abbasî, Salahaddin-i Eyyubi, Osman Gazi gibi örnek şahsiyetler, hayat ve hizmetleriyle Hz. Peygamber’e layık olmuşlar; hakiki önderliğin gereğini ifa etmişlerdir. Ancak ümmetin geçirdiği bin dört yüz küsurluk tarihe göre bunların hâkimiyet süresi deveden kulak misaliddir.
Özetlersek; hilafetin saltanata, şuranın sultaya, adaletin istibdada dönüşmesi, müslümanlar için tam bir tedenni ve çözülme sürecidir. Ana gövde ve kaynakta meydana gelen bu “zehirlenme”, bütün kol ve şubeleriyle İslâmî hayatın her ünitesine bulaşmış; itikadî, idarî, amelî, ilmî, fikrî, hukukî, insanî, ahlakî, siyasî bütün sahaları -adeta- felce uğratmıştır. Sıhhat ve istikametini kaybeden müslümanlar, sağa-sola savrularak Allah’ın kulları olmaktan çıkıp kul ve puldan mürekkep putların kulluğuna girmişlerdir. İzzeti değil zilleti tercih etmişlerdir. Ondandır ki şer odaklarının oyuncağı, emperyalist katillerin kobayı haline gelmişlerdir.
Hasılı, “toplumsal barışın elçileri” misyonuyla insanlık camiasına karışan müslümanlar, kendi fabrika ayarlarına dönmelidirler. Üstad Said-i Nursî’nin ifadesiyle, “Doğru bir İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık bir doğruluğu” esas almalıdırlar. Elleriyle ve dilleriyle “emin” olup çevrelerine güven aşılamalıdırlar. (Kiralık ve gönüllü katiller katliam da yapsalar, benzeriyle karşılık vermemelidirler. Tahriklere asla pirim vermemelidirler. Zira her tahrik, bir kaşımadır, bir kanatma hamlesidir.) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanıp peygamberce bir tavır sergilemelidirler. Kaleme, kelama, ilme, amele, tebliğe, temsile öncelik verip bunları hayatın gayesi bilmelidirler. Kalem ve kelamla gidilen coğrafyalardaki samimi müslümanlığa mukabil şiddet ve kılıçla(silah) gidilen yerlerdeki yoz müslümanlığı görmelidirler. Emperyalistlerin öldürücü silahları yerine, İslâm’ın tevhid, adalet ve özgürlük karakteriyle diriltmeye çalışmalıdırlar. Servet, şehvet, şöhret ve ırkçılığın gayyasına sukut etmiş muhteris liderler yerine, halktan biri olarak, hak ve hakikatin onurlu sesi olmalıdırlar. Şahsî, ailevî, kavmî, mezhebî, siyasî ve ideolojik ihtiraslar yerine, ümmet ve insanlık çapında düşünmeli; gayret, himmet ve kıymetini o ölçüde büyütmelidirler.
Yazımı bitirirken, tarihin 18 Mart olduğunu fark ettim; bu tarih, başta Türkler ve Kürdler olmak üzere tüm müslüman halkların müşterek ordusunun işgal ve emperyalizme karşı verdikleri meşru direnişin(savunma savaşının) sembolü olan Çanakkale Zaferi’nin yıldönümüdür. Konumuzla alakalı olması hasebiyle, “ümmetin ortak direniş ve zaferi”nin belli bir etnisiteye mal edilmemesi temennisiyle aynı ruh ve bilincin yeniden diriltilmesi gerektiğini hatırlatmak isterim...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.