Sosyolojik bir gerçektir; şiddete alıştırılmış ve bulaştırılmış bireylerden hayır gelmez. Keza, bu bireylerden oluşmuş grup ve toplumlardan da... Evet, bir insanı ya da toplumu itibarsızlaştırmak, gözden düşürmek, hedef göstermek ve nihayette bitirmek için başvurulan yöntemlerden en kestirmesi ve sonuç vericisi şiddettir. Bu itibarla, şiddete alıştırılan ve bulaştırılan müslüman birey ve grupların şahsında, aslında hedef tahtasına oturtulan bilcümle “Müslümanlar” ve “İslam Dini”dir. Bu yöntem, uluslararası sömürgeciliğin bir savaş taktiğidir; başarılı olmadığı da söylenemez. İslam ve müslümanların hem kendi coğrafyalarında, hem de uluslararası zeminlerde “güvensiz” ve “potansiyel tehlike” konumuna itilmeleri bunun göstergesidir.
Bütün zararlarına rağmen içki ve uyuşturucuya alıştırılmış, bağımlı hale getirtilmiş bireyler olduğu gibi, şiddetin anaforuna çekilmiş, şiddetle sarhoş edilmiş bireyler de vardır. İçkiye, uyuşturucuya hükmeden odakların amacı elbette sadece “para” değidir; en önemli amaçları, “hedef” toplumlarda “sağlıksız” ve “başıboş” nesilleri türetmektir. Aynı şekilde, şiddet ve terör teşvikçilerinin de amacı sadece “silah satışı” değildir, olamaz; yanı sıra, hedef oturttukları toplumları “güvensiz” ve “istikrarsız” kılmaktır. Bundandır ki, konuya salt “maddi kazanç” ve “nesilleri dejenere” boyutuyla bakamıyoruz; gerçekte, bahsi geçen odakların asıl hedefleri “ideolojik” ve “algısal” boyuttur ki, asıl yıkıcı olanı da budur. Yani, hasım toplumları “güvensiz” ve “potansiyel tehlike” gösterip “tecrit” ve “imha”larına zemin hazırlamaktır.
“Müslümanım” diyen herkesin, öncelikle ve özellikle mücadele etmeleri gereken en büyük hasmıcanları şiddet olmalıdır; tıpkı “şirk” ve “inkâr”a karşı verilen mücadele gibi... Hatta şiddet, şirk ve inkârla aynı kategoride değerlendirilmelidir. Şiddet derken, kastımız, “maddi” ve “gözle görülen” yıkımlardır; diğer adıyla tedhiş ve terördür. Şirk ve küfür, “fikrî” ve “itikadî” yıkımdır ki pratikteki karşılığı “inanç ve düşünce anarşisi”dir. Bu kavramların olumlu yanı yoktur; hep olumsuzluklara unvandırlar. Diyeceğim o ki, bir müslümanın “müminlik” vasfı şirk ve küfrü, “eminlik” vasfı ise şiddet ve yıkıcılığı reddetmelidir. Zira imanın şirkle, eminliğin de şiddetle sentezi mümkün değildir; olamaz. Müslüman, “elinden” ve “dilinden” insanların emin olduğu kişidir; değilse, müslümanlığı sorunludur.
Her hakiki müslüman, toplumda “barışın elçisi”, “güvenliğin teminatı” olmak zorundadır. Bu izlenimi veremeyen bir müslüman ya da müslüman topluluk, kendisiyle yaşadığı dünya arasında köprü kuramaz, diyaloga geçemez; en kutsal ve evrensel mesajları dahi “monolog”dan öteye geçmez. Bir çeşit, kendisi çalar, kendisi oynar... Bu bağlamda, her tür ve şekliyle şiddeti reddetmelidir; inadına “kalem”, inadına “kelam” demelidir. Çünkü yaşam bir yarıştır; kavga ve boğuşma değildir. Şiddete, ihanete bina edilen bir yarıştan hayır gelmez. Her yarışmacı, kendi potansiyeliyle bu yarışta yer almalı; kendini ispat etmelidir. Özgüveniyle, çabasıyla, becerisiyle... Teknolojinin zirvesinde seyreden bir yarışmacıya, cehaletin en dip ve en geri noktalarından hareketle yetişilmez. “Rakibinin silahıyla silahlanmak” gibi bir mecburiyet kendini dayatmışken, onun ürettiği “maddi” silahlara el atmak, bu yarışta bertaraf olmaktır.
Bir fıkra (Urfalı bir arkadaştan dinlemiştim): Kürdlerden bir boksör ile Ruslardan biri karşı karşıya gelirler. Gerek cüssede, gerekse güçte biri ötekinden aşağı değilmiş. Tek fark; Rus boksör, mesleğinin bütün incelik ve tekniklerine vakıfken, bizimkisi yalnızca cüsse ve sikletiyle ringe sürülmüş. Ne de olsa bugüne dek hiç bir Kürde yenilmemişti... Hasılı, boks başlamış; Kürd boksör -sanki ringe değil mindere çıkmış gibi- Rusun beline göz dikmiş. Rus ise kafasını hedeflemiş. Bir-iki manevradan sonra fırsatı yakalayan Rus, öyle bir yumruk indirmiş ki, bizim boksör yere yığılmış; başında yıldızlar uçuşmuş... Hakem saymaya başlamış. Birazcık kendine gelen Kürd, el yordamıyla bir şeyler arar. Tezahüratçı bir diğer Kürd, “Kuro, li çi digerî? Bes, êdî rabe ser xwe!”(Yahu ne arıyorsun? Yeter, ayağa kalk!) der. Kürd boksörün cevabı ilginçtir: “Li keviran digerim! Ma tu nabînî, ev bêbav wê min bikuje!”(Taş arıyorum! Görmüyor musun, bu merhametsiz beni öldürecek!)
Evet, Rusun tekniğine karşılık bizimkinin aradığı şey, yine “millî silah”tır... Millîlere ithaf olunur.
Şimdi dönüp kendimize bakalım... Bu coğrafyada kaç nesil şiddete kurban gitti? Genç fidanlarımızdan kaç yüz bini şiddetin kıyımına uğradı? Herbiri bir “değer” ve “istikbal” olan nice binlerimiz şiddet canavarına yem edildi? Ne adına? Kimlerin hesabına? Bu trajediye kim dur diyecek? Millî, ırkî, mezhebî, ideolojik söylemlerle, klasik ve demode yöntemlerle, sözde cihad ve mücadelelerle şiddetin gayyasına yuvarlanmak “cinnet” değil midir? Zalim ve müstekbir otoritelerin tuzaklarına düşmek, işbirlikçi ve güdümlü oluşumların elinde kobaya dönüşmek ferasetsizliğin en uç noktası değil midir? Bu körlük, bu ferasetsizlik nereye kadar? Bu haliyle, maldan, candan, namustan, şereften, davadan, imandan, ideallerden hiç eser kalır mı? Ve “özgürlük”, “inkılap”, “devlet” gibi söylemler, “nostalji”den öte bir anlam ifade eder mi?
Hasılı, izzet ve onurlu yaşamın yolunu bulamayanlar, zillet ve rezalete teslim olacaklardır. Canavardan ne medet ne de merhamet beklenilemez; o, her zaman diş ve pençelerini gösterecek; yırtıcılığınının gereğini uygulayacaktır. Ferasetlilere düşen, ne kuyruğuna takılmak ne de basmaktır. Evet, uyumuş canavarın kuyruğuna basıp uyandırmmak feraset körlüğüdür.
Şiddeti metod olarak benimseyen hiç bir örgüt ve hareketin bağımsızlığından bahsedilemez. Bu tip oluşumlar, ulusal ya da uluslararası ölçekteki istihbaratlarca kurulur/kurdurulur, finanse edilir ve yönlendirilir. Tez-antitez doktrininince; yerine göre, 1)Statükoya muhalif bireylerin deşifre edilmesinde, 2)Statüko karşıtı muhalifleri hizaya getirmede, 3)Statükonun zinde güçlerini aktif ve aksiyoner tutmada, 4)İtibar erozyonu yaşayan staükoya taze kan aldırmada kullanılırlar. Diyelim ki, gemi azıya aldı, zaptedilmez duruma geldi; bu durumda fraksiyonlara bölünür; destek gören tarafla köstek olanı bertaraf edilir. Ya da lider kadrosu mekanizmanın içine alınır, evcilleştirilirler. Bu mümkün olmazsa, statükonun yılmaz bekçilerince boyunlarına binilir, kafaları ezilirler. Özetle, bölgesel ve küresel ölçekteki örgütlenmelerin serencamesi böyledir; böyle okunmaktadır.
Evet, hiç bir cüce, kucağında büyüdüğü devi alt edemez. Keza bağımlıların, “bağımsızlık” naraları da boştur; karşılığı olmayan iniltilerden öteye geçemez...
Kıscası, dolu ve anlamlı yaşamı, boş ve hovardalığa salmamalıyız. Analarımızdan özgür ve “eşref-i mahlûkat” olarak yaratıldığımızı, özgür ve serbest bir iradeye sahip kılındığımızı ve özgür ve izzetli yaşamın en tabii hakkımız olduğunu idrak etmeliyiz. Günde -en az- elli defa namazda tekrar ettiğimiz “İyyake na’budu ve iyyake nesta’in” ayetini bu fıtrî özgürlüğün manifestosu bilmeliyiz. Yani, “(İlahi) yalnızca sana kulluk ediyor ve yalnızca senden yardım diliyoruz” demeliyiz... Fikirleri, inançları, eğilimleri, branşları, meslekleri, maharetleri, meşgaleleri, yolları, yöntemleri... kısacası bütün farklılıklarımızı yaşamın gereği ve gerçeği görmeli; bu zenginliği tekleştirme ve ötekileştirmeyle köreltmemeliyiz; köreltilmesine müsaade etmemeliyiz. Her bireyin kendi öz donanımıyla yaşama renk katmasına, rakiplerine -zenginlikleriyle- fark atmasına, şiddet ve sloganizmin dar cenderesinden sıyrılıp tam bir “erdemlilik” yarışına girmesine yol vermeliyiz; fırsat tanımalıyız.
Bu maraton, uzun soluklu ve yorucudur; sabır, sebat ve fedakârlık isteyen bir uğraştır. En kalıcı, en köklü ve meyvesi en olgun olan meşgaleler de bu türden olanlarıdır. Bunun da yolu, kalemin ucundan, onun mürekekbinden geçer. Bu konuya dair duygularımı, düşüncelerimi de bir sonraki yazıya bırakıyorum...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.