Geçen yıl bu günlerde İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve diğer MİT görevlilerinin ifadelerini alabilseydi ne olurdu? Mesela bugün İmralı’ya hangi milletvekillerinin gideceğini değil, hangi milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılacağını konuşuyor oluyorduk.
Tek başına bu örnek bile Türkiye’nin nasıl bir badire atlatmış olduğunu göstermeye yeterli olabilir. Ancak bazı engellerin aşılmış olması, “yeni İmralı süreci” adını verdiğimiz girişimin önünün sonuna kadar açık olduğu, olacağı anlamına kesinlikle gelmemeli. Çünkü içerde ve dışarda, Türkiye’nin, içiçe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarını çözmesini isteyenler kadar istemeyenler de var ve bu odaklar tahminlerimizin ötesinde güç ve imkanlara sahipler.
Çok kırılgan bir süreç şu yaşadığımız. Tarafların birbirlerine güvenleri hiçe yakın bir noktada ki bu hiç de şaşırtıcı değil. Süreci sabote etmek isteyenler de bu karşılıklı güvensizliği tırmandırmak, tarafları birbirlerine karşı kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar. Diğer bir sabotaj stratejisi de, tarafların kendi içlerindeki farklı görüş ve eğilimleri kızıştırıp bölünmeler, yarılmalar yaratmak: Örneğin süreçten şu ya da bu nedenle rahatsız olan PKK ve devletin güvenlik bürokrasisi içindeki bazı kişileri/grupları ayrı ayrı veya koordineli bir şekilde provokatif eylemlere yönlendirmek.
Milletvekillerinin misyonu
Şu aşamada gündemimizde, hızla siyasi bir polemiğe dönüşen, Başbakan Erdoğan’ın “İmralı’ya, Abdullah Öcalan ile görüşmeye şu milletvekilleri gidebilir, şunlar gidemez” dayatması var. Acaba buradan sürece zarar verecek bir kriz doğar mı? Bu soruyu cevaplamak için Öcalan’la görüşecek olan milletvekillerine nasıl bir misyon yüklendiğine bakmak lazım. Eğer onlardan sadece Öcalan’ın söylediklerini dışarıya, yani Kürt siyasi hareketinin tabanına, ama özellikle PKK’ya aktarmaları bekleniyorsa pek bir sorun yok demektir. Ancak bu milletvekillerine sürecin yasal boyutunun taşıyıcılığı gibi bir sorumluluk yüklenecekse, o zaman temsil kabiliyeti en yüksek olanların gitmesi gerekir.
Herkes risk alıyor
Başbakan’ın, BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’u, Şemdinli’de kameralar önünde PKK militanlarıyla kucaklaştıkları için veto etmesi, kendi siyasi kaygıları açısından bakıldığında anlaşılır bir şey. Lakin müzakerelerin merkezine Öcalan’ı oturtup, buna ek olarak PKK yönetimiyle doğrudan görüşme mekanizmaları geliştirip iki milletvekilini “siz teröristle kucaklaştınız” diye masaya oturtmamaya kalkmak bu sürecin ruhuna hiç uygun değil. Kaldı ki iktidar partisi ne kadar siyaset yapıyorsa BDP’liler de bir o kadar yapıyor; AKP’nin “taban ne der” derdinin aynısı BDP’de de mevcut.
Normal şartlarda İmralı’ya kimin gideceği tartışmasından çok ciddi sorunlar çıkmaması gerekir. Eğer bu görüşmeler sistemli olarak ve sık aralıklarla yapılacaksa, ki öyle olacağını düşünüyorum, her iki tarafın da hassasiyetlerini gözeten bir ekip oluşturulabilir. Tarafların orta bir noktada buluşmasında Öcalan’ın müdahalesine ihtiyaç duyulabilir.
Ancak “İmralı’ya kim gidecek?” tartışmasının ortaya çıkardığı çok daha önemli bir sorun var. Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında sağlanmış olduğunu varsaydığımız uyum ve anlayışın izi siyasetçilerde pek yok. Kaba tabirle konuşacak olursak, taraflar birbirlerine güvenmediklerinden olsa gerek, arkalarını kollamaktan önlerine pek bakamıyorlar.
Tarafların her biri sadece kendisinin risk aldığını düşünüyor. Halbuki bu sürecin başarısızlığa uğraması halinde her iki taraf da çok ağır, ölümcül yaralar alabilir. Ve bu gerçeği görmemekte inat ettikleri takdirde kendileriyle birlikte bütün ülkeyi de ateşe atabilirler.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.