Emperyalizmin temel taktiklerinden biri de “provoke etmek”tir. Hedef unsurları, provokasyonlarla ajite eder, hiddet ve galeyana getirtir; “artık yeter” dedirterek sahaya sürer. Şayet ki provoke ettiği kişi, çevre ya da toplum, sağduyulu, uyanık ve temkinli çıkarsa, içlerine ajan provokatörlerini sokar, kışkırtmaya devam eder. Yok, buna rağmen avını tahrik edemiyorsa, “devşirmeler”le başarmaya çalışır. Gerekirse, –kaynağını belirtmeksizin– birileriyle silah ve cephane sızdırır, hedef unsuru(kişi ya da kitleyi) kendinden “emin” ve “cesaretli” kılmaya çalışır.
Bütün amaç, “hedef”ini ayaklandırmak, “işgal” ve “imha”sına bahane üretmektir...
Bu gün, bu işi en iyi başaran, emperyalizmin ağababası Amerika’dır; gerisindeki Siyonist/Evangelist mahfillerdir. Ve –suya-sabuna en az ilişeni görünse de– bu mahfillerin odak noktası ve en mahrem yuvası İngiltere’dir. Bu ülkenin ideolojisi, şeytanın müşahhas örneğidir. Yani, insanların ifsadına yeminli olan şeytan ne ise, İngiltere’nin İslâm ve insanlık karşıtı siyaseti de aynı şeydir. İnancıma göre, –bütün istismar ve imaj tahribatlarına rağmen– İslâm, “büyük insanlık”tır. Dolayısıyla İslâm’ın imhasına kurgulanmış İngiliz siyaseti, insanlığın da düşmanıdır. Bu itibarla, cinnî şeytana iş bırakmamıştır, denilebilir.
İşte son provokasyonu da hepimizin şahit olduğu “Kudüs”e dairdir. Neymiş, “Kudüs İsrail’in başkenti olacak”mış!... Zahiren isteyen, Siyonist Netanyahu; destekçisi, –ABD’yi temsilen– Trump. İngiltere nerede? İngiltere vitrine oynamaz, “ben buradayım” demez. O, dünyanın nabzını iyi yoklar, avını iyi yakalar. Hâkim rüzgâra bakar, yönünü ona göre tayin eder. Tayin etti de; “Kudüs’ün mevcut statüsünün devamından yanayım” dedi. İnanalım mı? Hayır. Zira Filistin topraklarında “İsrail Devleti”ni kurdurtan “Balfour Deklerasyonu”nun(2 Kasım 1917) mimarı kendisidir. “Halksız vatana, vatansız halkı yerleştirme" sözü de, kendi propagandasıydı. Filistin toprakları “halksız”, Siyonistler de “vatansız” imiş... Kel kafaya şimşir tarak.
Neyse, biz dönelim kendimize. Zira başkalarını eleştirmekten, kendimizi hep unutuyoruz.
Diyelim ki Yahudiler Filistin’e getirtildi, “vatanlı” kılındı. Peki, Filistinliler ne yaptılar? Acaba diyorum, Siyonistlerin keselerine tamah edilmedi mi? Yani para karşılığında, arazilerini peşkeş çekenler olmadı mı? Hatta işbirlikçili yaşanmadı mı? Olmaz olur mu? Kürdlerin dediği gibi, “Zewala darê, ji kurmê darê ye”, yani, ağacı bitiren, kendi kurdudur. Öyle de oldu. Malum, Yahudiler, Filistin’e, İngiliz mandatörlüğünde getirtildiler; hem de ellerini-kollarına sallayarak. Gelenlerin çil-çil altınları, yerlilerin ise, sadece toprakları vardı. İşte tam da bu noktada, paranın ucunu gören kimi Filistinliler, ihanete durdular; “ver altınları, al toprağı” diyerek, arazi satışına koyuldular. Böylece, münferit ihanet, müteselsil ihanete kapı açtı; el verildi, kol da kurtarılamadı...
Gelinen noktada, meseleyi salt “işgal” ve “entrikalar”la açıklamak, anlamayı güçleştirir, “ihanet”i de anmalıyız. Özellikle Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte bu ihanetin hız kazandığını unutmamak lazımdır.
Biraz tarihe dalalım: Tarih, 1492. İspanya’dan Yahudi göçü. Yaklaşık 100 bin kişi. Az bir kısmı Afrika’ya yönelirken, büyük ekseriyeti Osmanlı’ya gelir; II. Bayezid’in talebiyle. Yahudiler, İzmir, İstanbul, Selanik ve Safed’e yerleştirilirler. İlk üçü, “liman” ve “ticaret” kentleri. Safed ise, Yahudilerce kabul edilen dört kutsal şehirden biri; niçin buraya? Düşünülmelidir! Yahudiler, gökte aradıklarını yerde bulmuşlardı. Kendilerine, “askerlik” ve “memuriyet” yasaktı. Gün, onlara doğmuştu; daldılar ticaretin deryasına. Gün geldi ki, ülkenin ticaretinde söz sahibi oldular; sanayide, sanatta, basında, eğitimde, sağlıkta, siyaset ve bürokraside en etkili unsur oldular. Tabii, asker ve memur olmayınca da, “üreme”de de sınır tanımadılar; hem paranın, hem nüfusun sahibi oldular.
20. yüzyıla gelindiğinde, çantada her şey hazırdı; musavver “İsrail devleti” adına, “nüfus”, “para”, “eğitimli iş gücü” ve “toprak”... Sığındıkları ülkelerde dünya cennetlerini yaşarlarken, öte taraftan felsefeden bilime, finanstan sanayiye, sanattan medyaya, eğitimden sağlığa, kısacası yaşamın en lüzumlu ve en etkin alanlarına yöneldiler; seçkin uzmanlar, usta simalar yetiştirdiler. Lobicilik ve örgütlenmede ise, –itiraf etmeliyiz ki– dâhi idiler. Onlardan yana bu gelişmeler yaşanırken, Müslümanlar için felaket çağıydı. Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte Osmanlı çökertilmiş, İslam coğrafyası işgale uğramıştı. Coğrafyamızda, “ısmarlama” devletler, devletçikler, “seküler” ve “monarşik” rejimler, “işbirlikçi” ve “devşirme” yöneticiler dönemi başlamıştı.
1948’lere gelindiğinde, –ister siyasî ve askerî, ister ekonomik ve demografik olsun– Filistin’de “Siyonist Devlet”in kurulması için hiç bir engel kalmamıştı. Nihayet kuruldu da...
Bilmeyenimiz yok; bu devleti, evet, “Siyonist İsrail Devleti”ni onaylayan ilk Müslüman devlet de biz olduk. Öyle bir devlet ki, Filistin’in şahsında, İslâm’ın bağrına saplanan bir hançer… Hatta biraz evveliyatına gidecek olursak, devletleşmesine kapı aralayanlar da yine içimizden zuhur eden kıblesizler! İttihad ve Terakki Komitesi… Onaylayanlar da, ayı komitenin halefleri! Tek Parti Diktatoryası... Halefle ve selef; ne de çok yakışıyorlar! Her ne ise, anlaşılan o ki, iki tarafın masonlaştırılmış devşirmeleri, boş durmamışlar; formatlandıkları istikamette, aralıksız çalışmışlar; ta ki “Arz-ı Mevud”larına, “Kızılelma”rına ulaşıncaya dek...
Evet, İslâm’a “irtica” demek için, “31 Mart Provokasyonu”nu hortlattılar. Sokaklara saldıkları kendi beslemeleriyle “Şeriat isteriz!” naraları eşliğinde cinayetler işlettirdiler. (Menemen provokasyonu ve benzerlerini de derhatır etmekte fayda vardır.) Sonrasında ise, “mürteci” diyerek, hedefledikleri dindarları, din adamlarını “Divan-ı Harb-i Örfî”lerinde infaz ettiler. Yersiz ve gereksiz yere Müslüman evlatlarını savaşa sürdüler; Balkanlarda, Kafkaslarda, Arabistan’da kırımdan geçirttiler. Nihayet, hem nüfus, hem de nüfuz olarak bitap düşürttükleri ülkelerini, mandatörlere peşkeş çektirdiler. Artık gidişat, arzuları istikametindeydi...
Ve bir gün geldi ki ayaklar baş, başlar ayağa döndüler. Hainler kahraman, kahramanlar hain oldular. Hakiki vatanseverlerin yerini çakmalar aldı. Vatan viraneye, mamureler baykuş tüneğine döndü. Yüzyıllardır “mabet” olan camiler, ahırlara, tavlalara, kışlalara çevrildi. Hele de biri var ki, ona biçilen pozisyon, Mescid-i Aksa’dan daha hazin, daha yakıcıdır. İçinde 500 seneyi aşkın namaz kılınan Ayasofya... O kıblesizler değil mi ki, Fatih’in “lanetle” tavsif etmesine rağmen, onun vasiyetine kastettiler, “müze” kılıfıyla onu “puthane”ye tahvil ettiler. Şimdi söyler misiniz, Siyonistlerin, Kudüs’e, onun şahsında “Mescid-i Aksa”ya(ilk kıble) reva gördüklerine mi ağlayalım, yoksa onlardan daha beterini öz vatanında icra eden yerli işbirlikçilerin şenaatlerine mi?...
Haccac-ı Zalim’i hatırlayın; Emevi sultasına(Mervan b. Hakem ve oğlu Abdülmelik’e) sadakatinden dolayı “küleyb” lakabını almıştı; yani “Sarayın eniği”... İşte bu kuduz enik, Allah’ın evini, Kâbe-i Muazzama’yı yıkmıştır. Zalim sultalarına kıyam eden Abdullah b. Zübeyr ve taraftarlarını, Kâbe’ye sığındılar diye, mancınıklara tutmuştu; Abdullah ve arkadaşlarını şehit, Beytullah’ı da tahrip etmişti. Evet, o günden bu güne ne değişti? Hiçbir şey... Tek bildiğimiz, İslâm’ı terk eden bir Müslüman’ın, en acımasız kâfirden daha da acımasızlaştığıdır. Tıpkı, Bediüzzaman’ın dediği gibi; “Süt ve yoğurt bozulursa, yine yenilebilir; ancak yağ bozulursa, zehir olur, ondan hiç istifade edilmez.” İşte, insanlardan en kaliteli olması beklenen bir Müslüman’ın bozulmasıyla kesbedeceği durum bu örnekten farksızdır. Onun içindir ki Haccac-ı Zalim’in Kâbe’ye reva gördüğünü, çağdaş Haccaclar da başka mabedlere –ki her biri birer beytullahtır– reva görebilmekte, onları kuruluş gayelerinden çıkartıp farklı muhtevaya sokabilmektedir.
Evet, Allah’ın dinine “irtica”, Müslüman’a “mürteci”, Peygamberine “bedevi”, Kitabına “köhne”, “çöl kanunu”, ulemasına “softa”, diyen yerli kıblesizler, kendileri gibi bir nesil yetiştirmek, Müslüman evlatlarından, bilmem “on senede on milyon” kıblesiz devşirmek isteyen zihniyetin, Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı dönüştürmeye çalışan Siyonistlerden ne farkı vardır? Bir zamanlar İngiliz Müstemlekât Nazırı(Sömürgeler Bakanı) Glad Stone, eline Kur’an’ı almış, Avam Kamarası’nda şöyle demişti: “Bu kitap, Müslümanların elinde kaldıkça, onlara asla hâkim olamayız. Öyleyse, ya bu Kur’an’ı yok etmeliyiz, ya da onları ondan soğutmalıyız!” Peki soruyorum, bu sömürgeci şefin bu talebini kim karşılamış? Hiç şüphesiz, yerli işbirlikçiler. Yani kendi kıblelerinden yüz çevirip emperyalizma dünyasını kıble edinen devşirmeler...
Nasıl mı? Sözüm ona “yerli” ve “ulusal”dır dedikleri maarif sistemlerine ithal ettikleri ecnebi müfredatlarla... “Bilim” adı altında körpe beyinlere zerkedilen nasyonalizm, pozitivizm, materyalizm felsefeleriyle... Darwinizm, Frudizm, Comteizm idelojileriylel... Sonuç: Tam da emperyalistlerin arzularına denk düşen bir nesil; kalpsiz(maneviyatsız) ve kıblesiz(taklitçi) bir yığın...
Evet, dış müdahaleler, iç direnç ve mukavemete vesile olurken, dâhilden gelen tahribat, bütün direnç kaynaklarını kurutmuştur. Şimdi, bırakın ilk kıble adına direnecek bir nesil, Kâbe dahi yıkılsa, umursamayacak bir türedi nesille karşı karşıyayız. Biraz bu nesilden, biraz da yapılacaklardan bahsedelim. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım...
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.