Biliyorsunuz, pehlivanlar güreşe tutuşmadan önce meydancı şu sözlerle bir peşrev çeker:
İki pehlivan çıktı meydane, biri diğerinden merdane..
Bu sözlerle birbirlerini yenmeye yani güreşe tutuştuklarında, biri diğerinin sırtını yere vurmaya çalışacak olan pehlivanların yiğitliği, mertliği vurgulanmış olur.
Taraf’ın dünkü manşeti, pehlivanları takdim sözlerinden esinlenmişti.
Doğrusu zekiceydi ve durumu gayet iyi açıklıyordu.
“İki devlet çıktı meydane..”
Gerçekten de, iki devleti var Türkiye’nin.
Biri eskiyi, statükoyu temsil ediyor ve değişim istemiyor.
Diğer devlet ise değişim ve ilerleme istiyor.
Devletlerden biri, karanlıklardan, kozmik odalardan, Türkiye’nin tarihini kana bulayan ve bugüne kadar aydınlatılamamış derin operasyonlardan besleniyor.
Birbirinden hiç hoşlanmayan, kendi aralarında zaman zaman tıpkı büyük mafya grupları arasındaki çatışmalarda olduğu gibi, kanlı çatışmalara girişen, iç infazlar yapan devletin istihbarat kurumları İttihat-Terakki’den bu yana, devletin geçmişini belirleyen bu geleneğe bağlılıkta birbirleriyle adeta yarışıp durdular.
Sivil-askerî bürokrasi içinde, bu geleneğin tedrisatından ve tecrübesinden geçmeden yükselmek mümkün değildi.
Siyaset, mafya, ve devletin istihbarat örgütleri arasındaki derin ilişkiler Susurluk’ta aralanır gibi oldu, ama tam anlamıyla hiçbir zaman aydınlatılamadı.
Ergenekon, Balyoz, Kafes eylem planları, Kürt savaşına bağlı olarak ortaya çıkan gerçekler, hükümetin bu süreçte attığı adımlar, başardığı reformlar, derin devleti zayıflatan fakat aynı ölçülerde, şeffaf ve sivil devleti de güçlendiren yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Kürt meselesinde tecrübe edilen ve sonuç vermemiş yöntemler, yerini, Öcalan’ı ve KCK’yı muhatap alan müzakere ve diyaloga bıraktı.
Sonra da Silvan saldırısıyla beraber, çok hızlı bir ters dönüş meydana geldi ve çözüme ilişkin umutların arttığı bir dönemde, Türkiye bin bir zorlukla yarattığı demokratik zeminden hızla uzaklaştı.
Derin devlet çok iyi bildiği ve tecrübe kazandığı sorun olan Kürt sorununun, hükümetin en zayıf karnı olduğunu zaten biliyordu. Yeni pozisyonunu bildiği bu yolda ve yeniden belirledi.
Yani derin devlet, değişim isteyen ama Silvan’ı bahane ederek, frene basan ve duraklamaya geçen hükümete karşı siyasi ve operasyonel muhalefeti, Kürt sorunu üzerinden harekete geçirdi.
Son birkaç ayda yaşadıklarımız, değişim isteyen devlet ve halk için son derece moral bozucu olmuştur.
Ama Uludere’yle zirve yapan ve orada da durmayacağı belli olan derin devletin, “operasyonel muhalefeti”nin peş peşe gelen “başarıları” ve bu “başarıların” yarattığı siyasi iklim, değişim istemeyen derin devlet ve nüfus ettiği geniş kitleler için bir moral üstünlük dönemi olarak okunabilir.
Derin devlet gol atıyor, ve top, hükümetin kalesinde herhangi bir kaleci engeliyle karşılaşmadan habire kaleye girip çıkıyor.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın önceki müsteşarla beraber ifadeye çağrılmasını bu genel tablo içinde okumak gerekir.
Bu çağrının ve soruşturmanın hedefinde Hakan Fidan değil, hükümetin Kürt politikası var.
Çünkü, Hakan Fidan’ı koltuğundan alaşağı etmek, bir hedef olamaz, o koltuğa yapılacak atamayı yapacak olan da sonuçta bu hükümettir.
Bu bir, ikincisi, sorun ne MİT kanunundaki mevzuat ne de 250. Madde kapsamına giren suçlar için savcılara yetki tanıyan maddelerin değişimiyle çözülebilecek gibi görülüyor.
Bir savcının MİT Müsteşarlarını ifadeye çağırmasını yargılama usulü ve hukuk yönünden tartışabilirsiniz. Sorun bu durumda basit bir mevzuat sorunu olarak görülür. Bu durumda yapılacak şey bellidir. Hükümet, bu mevzuat sorununu acil olarak gündemine alır ve yeni yasal düzenlemeleri Meclis’in ilgili komisyonlarına getirir. Ama bugünün koşullarında çok kolay görünmüyor bu. Hükümet, parlamentoyu, gerektiğinde kavga dövüş çıkararak işlevsiz hale getirmeye çalışan güçlü bir muhalefetle karşı karşıyadır.
Doğrusu, Radikal’de perşembe günü “Özel yetkili savcılar, bugün Müsteşar Fidan’a MİT’in KCK’daki etkisini ve operasyonda yakalanan teşkilat elemanlarını soracak” başlığı altında verilen şu sorular çok önemli görünüyor:
1. Bazı KCK’lılar MİT ajanı çıktı. Bu kişiler sınırı aşıp suça iştirak etti mi?
2. Örgütün eylemlerinden haberiniz var mı, varsa ilgili birimlere ilettiniz mi?
3. Oslo görüşmesi olarak bilinen buluşmadan Başbakan’ın haberi var mı?
4. Devletin KCK’yı taraf kabul etmesinde MİT’in bir rolü var mı?
5. KCK’ya yönelik operasyonlar önceden örgüt üyelerine bildirildi mi?
Bu soruların direkt hükümeti hedeflediği açıktır. Ama ironik bir durum da söz konusu.
Bu sorular aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahip olduğu istihbarat kurumlarının, başta Kürt meselesi olmak üzere, en temel sorunlar alanında yürüttükleri faaliyetlerin ne kadar problemli ve hukuk dışı olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
Devletin istihbarat örgütünün elemanları, bir Kürt örgütünün içine giriyor ve istihbaratla yetinmiyor, suça iştirak ediyor. Bazı iddialara göre de, örgüt kuruyor ve o örgütleri yıllarca yönetiyor.
Yani mesele, suça iştirak, birkaç eylem ve görevi suiistimal etmiş birkaç ajan meselesi değil.
Derin devlet Kürt sorununda büyük günahlara sahip. O günahları konuşmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Hükümetin Kürt politikasını hedef alan bu soruşturmadan korkmamak lazım, belli olmaz, savcının bu soruları aslında hükümeti değil, bir bumerang gibi gelip, derin devleti ta kalbinden vurabilir.. Süreç iyi yöneltirse tabii. Umarım her şey Uludere katliamında olduğu gibi olmaz ve yaşanmaz..
Savcının sorularına, 1970’li, 80’li, 90’lı yılları PKK’nin kuruluşunu, İmralı sürecini ve sonrasında olup bitenleri hatırlayarak cevap arayalım.
Bakalım bu cevaplardan kim zararlı çıkacak, hükümet mi yoksa değişime ayak direyen derin devlet ve Ergenekon mu?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.