Herhalde yeryüzünde, ağzına zerre rakı sürmediği halde yüzde 80 promille araç kullanmaktan para cezası alan ve 20 puanı düşürülen tek kişi benim…
68 yıllık hayatımda, içki ve sigarayla pek alışverişim olmadı.
1962 yazında, Van Çatak’ta ilkokul ikiden üçe geçmiştim.
Yakın arkadaşlarım Ender Arvas ve Ercüment Arvas kardeşlerle, gizlice sigara içmeye başladık. Ortası delik ikibuçuk kuruşluk harçlıklarımızı birleştirip “Doğu” sigarası alıyorduk. Sonra Hişet’e, Rezêmîr’e, Kale’ye uzanıp tellendiriyorduk.
O dönem muhtemelen bir paket kadar sigara içtim.
BABAMIN TAVSİYESİ
Oysa Çatak Müftüsü olan babam Mehmet Abidin Karakaya, sıkı bir tiryakiydi.
Ona memleketimiz Muş’tan, altın sarısı kilolarca tütün geliyordu.
O tütünü huşu içinde ayıklıyor, kurutuyor, bir teneke kutuda saklıyordu.
Yine böyle bir alışık çabanın içindeydi.
O titizlikle tütününü ayıklarken, biz altı kardeş de etrafında çember oluşturmuştuk.
Bir yandan da elle sardığı sigarasını tüttürüyordu.
Bizim pürdikkat onu izlememizi fırsat sayarak, hayatımın en iyi dersini verdi:
-Çocuklar, ben bu zıkkımı yıllardır içiyorum. Bırakmak istiyorum ama başaramıyorum. Size de hiç tavsiye etmiyorum. İçerseniz sağlığınıza ve cebinize zarar, içmezseniz ikisinde de kardasınız…
O saniye karar verdim. Bir daha ağzıma sigara sürmeyecektim.
Bu kararımı hayat boyu da bozmadım.
Oysa sigara isteseydim, babam birtane de bana saracak kadar hoşgörülüydü.
Ben sigara içmedim, her Ramazan’dan önce bırakmaya niyetlenen babam ise 7 Temmuz 1993’te ölene kadar vazgeçemedi…
İÇMEDEN SARHOŞ OLDUM
Sigarayı, içiçe büyüdüğüm halde içmedim.
İçki ile de hiç alışverişim olmadı.
Gazeteci olarak yüzlerce içkili toplantıda bulundum. Arkadaşlarla içki masasına oturdum. Hiç heves etmedim, merakımı bile çekmedi.
Benim içkilerim doğal:
Su, çay, ayran, süt, meyvesuyu.
Ancak, içki masasına oturunca aynı şekilde kalkamıyorsun.
Onun getirdiği faturayı da göğüslemek zorunda kalıyorsun.
Bu konuda yaşadığım iki olayı unutamıyorum.
Birincisi, beni içmeden sarhoş eden olay!..
1994 veya 95 yılıydı.
(Soldan Halil Nebiler, Murat Öztemir, Cuma Boynukara)
Beyoğlu Cihangir’de, gazeteci arkadaşım Murat Öztemir’in bürosundaydık.
Gazeteci- işadamı Cevat Korkmaz. Halil Nebiler ve tiyatro yazarı Cuma Boynukara…
(Ki onun iki Kürt klasiğini konu alan Mem u Zin “ve “Arîn” oyunlarını, Türkçeden Kürtçeye çevirmek, yıllar sonra benle Fehim Işık’a nasip oldu.)
Her biri diğerinden haşarı.
Ekip, Büyükdere’de kafa çekmeye karar verdi.
-Eh beni de 4. Levent’te indirirsiniz. Eve giderim, dedim
Ses çıkarmadılar. Ancak yolda beni bırakmadılar:
-Anca beraber, kanca beraber. İnsan hiç arkadaşlarını yalnız bırakır mı?
Halil Nebiler’in kaptanlığında, İstanbul Boğazı’ndaki Büyükdere’ye gittik. Gecenin geç saatlerine kadar oturduk.
Ben hariç ekip, alkol duvarını aştı.
Haklarını teslim etmek lazım, ne Murat ne de Cevat, bu kez meyvesuyuma içki boça etme teşebbüsünde bulunmadı. Ya da fırsat bulamadılar.
Nihayet, lokanta çalışanlarının uyarısı üzerine kalkmaya yeltendik.
Ama benimkilerin her biri ayrı tarafa yalpalıyordu. Ayakta zor duruyorlardı…
Ben fırsattan istifade kaytarmaya çalıştım, ama kurtulmak ne mümkün.
Kurşun gibi laflar edip beni vazgeçirdiler…
-Ben sizin kullandığınız arabaya binmem. Canımı yerde bulmadım. Taksiyle döneceğim kusura bakmayın…
Dinleyen kim…
KÖRLE YATAN ŞAŞI KALKAR
Atalar boşuna dememiş “Körle yatan şaşı kalkar”…
Baktım dillerinden kurtulamayacağım, Allah’a sığınıp tekrar onlara uydum.
Bir yandan dua ediyorum, diğer yandan dikkatle yolu gözlüyorum.
Nihayet Maslak’a geldik.
Trafik polisi uygulama yapıyor. Bizi de durdurdular.
Kaptanımız Halil, zar zor arabadan indi, yalpalaya yalpalaya ceza kesen polise doğru gitti.
Ancak 10-15 dakika geçmesine rağmen dönmedi.
Merak edip ben de olay yerine vardım.
Ceza kesen polisin önünde, uzun bir kuyruk oluşmuştu.
Bizim Halil Nebiler de, biraz ötede tek başına duruyordu.
Uğur Dündar’ın o sıralar zirvede olan “Arena” ekibinde olduğu için, sık sık ekrana gelen Halil’in durumu, tam bir kara mizah örneğiydi.
-Kolay gelsin, deyip polisin kulağına eğildim:
-Biz gazeteciyiz, bizi niye bekletiyorsun. Gereği neyse yap bir zahmet de gidelim…
-Hangisi, diye sordu.
Ben de Halil’i gösterdim.
-Abi onun ne kimliği, ne ehliyeti ne de ruhsatı var. Üstelik yüzde 80 promil içkili. Halini de görüyorsun. Arabasını bağlayacağız…
Bu arada, sıradaki gençlerden biri polise bağırıp duruyordu:
-Bir sinyal lambası için araba durdurulur mu? Ben milletvekili çocuğuyum. Bunun hesabını soracağım!
Polisin, cevap yetiştirecek hali yoktu kalabalıktan. Ben müdahale ettim:
GÖREVLİ POLİSE DESTEK
-Lütfen memurun görev yapmasına engel olmayalım. Ben de gazeteciyim. Polis gazeteciye ceza yazmazsa, milletvekili çocuğuna ceza yazmazsa nasıl görev yapacak?
Babasının ismini sordum. Dostum çıktı. Anavatan Partisi İstanbul Milletvekili Alaattin Elmas’ın oğluymuş.
Yani günümüzde gökdelenler, AVM’ler inşa eden, Taksim Meydanı’na o zarif camiyi yapan Sur Yapı’nın sahibi Altan Elmas’tı.
Benim çıkışımdan memnun olan polis, bakışıyla teşekkür etti.
Bir daha kulağına eğilip çözüm bulmasını rica ettim:
-Abi ehliyetin var mı?
-Var, deyince mesele haloldu.
-O zaman sana ceza yazalım. Yoksa arabayı bağlamak zorundayız…
Kabul etmekten başka yol mu kalmış? Hemen ehliyetimi çıkarıp verdim…
Böylece İstanbul’da, gecenin bir yarısında, ağzıma zerre rakı sürmediğim halde, yüzde 80 promille araç kullanmaktan para cezası yedim, 20 puanım düşürüldü.
Hemen Halil’in yanına vardım. Niyetim ödenecek parayı ondan almaktı…
Baktım dünya umurunda değil…
Sabah evden çıkarken ceket değiştirmiş. Ne varsa eski ceketin cebinde kalmış.
Parasının olmadığını da, pantolonunun iki cep astarını dışarı çıkararak bana gösterdi.
Bir de üstüne dalgasını da geçti:
-Cep delik cepken delik…
Ben kös kös memurun yanına döndüm. Yiğitçe cezamı ödedim.
Kısa günün bu karlı işi için, kendime içten bir aferin çekmeyi de ihmal etmedim!..
Halil’in koluna girip arabasına döndük. Bu arada, kendinden geçen üç yoldaşımız, ne olduğunu bile sormadı.
Halil, yine direksiyona geçti. Beni bu kez 4. Levent’te indirdi…
Canımı sağ kurtardığım için şükrettim ve zafer kazanmış bir kumandan edasıyla eve kadar yürüdüm.
O günden sonra bu deyim dilime yapıştı:
“Arkadaşını sakın
Gün gelir olur altın…”
KURUÇEŞME’DE ÖLÜMDEN DÖNDÜK
Benim ayık, arkadaşlarımın da alkol aldığı bir içkili yemek sonrası ise ölümden döndük.
1993’ün Kasım veya Aralık ayı idi.
Yine Cihangir’de, gazeteci Murat Öztemir’in bürosundaydık.
Rahmetli Ahmet Kaya, rahmetli gazeteci-yazar Mahmut Baksi, rahmetli Savaş Buldan (HDP Eşgenel Başkanı Pervin Buldan’ın teyze oğlu ve eşi. 2 Haziran 1994’te Yeşilköy Çınar Otel’den çıkışta, arkadaşları Adnan Yıldırım ve Hacı Karay’la birlikte, polis kıyafetli silahlı bir grup tarafından kaçırılıp Düzce Ormanları’nda öldürüldü. Bir hukuk devleti için, yüzkızartıcı bir olay), Cevat Korkmaz ve şu an hatırlamadığım bir iki dost daha vardı.
(Soldan Mahmut Baksi, Cevat Korkmaz, Necmettin Yazici (Neco Hoca), Rahmetullah Karakaya (20 temmuz 1992- Cihangir)
Ekip, yine Boğaz’da kafa çekme kararı aldı.
Ahmet Kaya, başka randevusu olduğu için mazeret beyan etti.
Dışarı çıktık. Ben de eve gitmek için müsaade istedim…
Başta İsveç’te yaşayan dayızadem Mahmut Baksi olmak üzere, kalmamda ısrar ettiler:
- İçki içmesen de yanımızda otur. Bizi yalnız bırakmanı istemiyoruz…
Mecburi Savaş Buldan’ın Mercedesine doluşup Arnavutköy’e gittik.
Ekip Mahmut Baksi, Savaş Buldan, Murat Öztemir, Cevat Korkmaz ve bendenizden, yani üç gazeteci ve iki işadamından oluşuyordu.
Boğaz’ın büyüleyici gecesinde neşeli saatler geçirdik. Geç saatlere doğru nihayet kalktık.
Binerken olduğu gibi bu kez de aracı kullanan Savaş Buldan ve yanına oturan Mahmut Ağabeyi, kemer takmaları için uyardım.
Hep aynı cevabı verdiler:
-Biz Kürdüz, bize bir şey olmaz!..
Cevat Korkmaz, ben ve Murat Öztemir de arka koltuğa kurulduk.
Sahil yolundan önce Maçka’ya gidip Mahmut Ağabeyi bırakacaktık. Ordan Taksim’e geçip evlerimize dağılacaktık.
Ancak Kuruçeşme’de, karşı şeritten gelen bir Renault Flash, aniden önümüze fırladı.
Sağ tarafımızda benzinlik vardı. Oraya mı dönmek istedi, çiğ nedeniyle ıslak yolda kaydı mı anlayamadık…
Büyük bir hızla arkadan araca bindirdik.
Çarpmanın şiddetiyle direksiyondan hava yastığı fırladı. Yoksa Savaş Buldan’ın kaburgaları, kafası paramparça olurdu.
Mahmut Ağabeyin kafası Mercedes’in camına çarptı.
Vallahi Mercedes’in camı çatladı, “kurxalê min”in kafasına bir şey olmadı.
Solumdaki Cevat Korkmaz, fenalaştı. Benim sağ bileğim acı acı sızlıyordu, Bunu düşünecek zaman değildi. Sonra çatladığını öğrendim. Murat’ta ise bir şey yoktu.
Ben hemen indim. Öbür araçtakilerin yardımına koştum.
Direksiyonda bir genç vardı, yanında da kız arkadaşı. Şoka girmişlerdi. Yara bereleri yoktu şükür.
Araçtan inmelerine yardımcı oldum. Genç kızı, bir taksi durdurup plakasını alarak evine yolladım:
-Bakarsın gazeteciler gelir, sen ortalıkta görünme…
Fakat, delikanlı bir türlü şoku atlatamıyordu. Bizim arkadaşlara bakıp galiz küfürler ediyordu. Ona bizim çarptığımızı sanıyordu.
Aracının lastik izini gösterip onun kazaya sebep oluğunu anlatıyor, küfretmemesi için uyarıyordum. Sanki otomatiğe bağlanmıştı. Susmak bilmiyordu.
O kadar ileri gitti ki, bir ara Savaş Buldan ile Murat Öztemir, tabanca çekip üzerine yürümek zorunda kaldı.
Bu kez, onları güçlükle teskin ettim…
Nihayet zar zor kendisine geldi. Sorularımıza cevap vermeye başladı.
Babası fabrikatördü. O zaman yeni çıkan araç telefonundan ailesine ulaştık.
Fabrika müdürü, yarım saat sonra olay yerine geldi.
Feci bir kaza geçirmiştik.
Mercedes’in ön aksamı, 30 santimetre kadar içeri göçmüştü.
Eğer aracımız Mercedes olmasaydı beşimiz de sağ kurtulamazdık.
Renault Flash’a da arkadan değil yandan çarpmış olsaydık, iki genç de perişan olurdu.
Hepimizi Allah korudu o gece.
Murat’la Savaş Buldan, yasal işlemler için mecburi aracın başında kaldı.
Mahmut Ağabey, Cevat Korkmaz ve ben de, taksiyle Taksim İlkyardım Hastanesi’ne gittik.
Acilde Mahmut Ağabey’in kafa filmini çektiler.
Nöbetçi doktor, biri Avrupa’da, diğeri Türkiye’de iki gazeteciyi hazır bulmuşken, memnun oldu. Bizi yanına oturttu, çay söyledi…
Bir yandan hastalarını muayene ediyor, diğer yanda bizimle sohbet ediyordu.
Ne varki Acil’in önü, Roman vatandaş kaynıyordu. Dolapdere’de kavga eden iki grup, yara bere içinde bekleşiyordu.
Bir tanesi de, serum bağlı halde sedyede kendinden geçmişti.
Doktorun yanında olduğumuz iki saate yakın sürede, üç dört defa değişik tipler, odaya hücum etti.
Her defasında yollarını kestim, onları ikna edip doktora yanaştırmadım.
Şikayetleri de hep aynıydı:
-Hastamız burada ölüyor, sen misafirlerinle keyif çatıyorsun!..
Nihayet Mahmut Ağabeyin kafa filmleri geldi.
Korkulacak bir durum yoktu ilk anda.
Ancak 48 saatlik bir süre beklemek gerekiyordu.
Doktor, anormal bir durumun gözlenmesi halinde, hemen hastaneye gelmemiz şartıyla bizi eve yolladı.
Bu arada Cevat Korkmaz’ı unutmuştuk. Mahmut Ağabeyle dışarı çıkınca, onu Roman vatandaşlarla otururken gördük. Koyu bir sohbetin içindeydi.
Sinsi sinsi gülüp sordu:
-Benimkiler nasıldı?
-Seninkiler de kim?
-Doktora hücum edenler…
-Allah iyiliğini versin. Biz içerde can pazarındayken, sen muzırlık yapmanın peşindeymişsin!..
O geceyi Maçka’da, Mahmut Ağabeyin başında nöbet tutarak geçirdim.
Sabah uyanınca Mahmut Ağabey, espriyi patlattı:
-Yeğen, gözlerinle gördün. Dayının kafası Mercedes’in camından sağlam çıktı…
BABAMIN ACI SİTEMİ
İçki ve sigara ile imtihanımda, diğer tatlı bir anım da, yine rahmetli babamla…
1984’te, kayınpederleri ziyaret için Doğubayazıt’taydık.
Tabi ki ilk önce Kürt Klasiği Mem u Zin'in yazari Amed-i Xani Hazretleri'nin kabrini ve İshak Paşa sarayını ziyaret ettik.
Bir gün, Meteor Çukuru ve Gürbulak Sınır Kapısı’nı ziyarete gittim.
Sınır kapısında, bizim gümrükçülerin çayını içtik. Şefleri Yunus Çalışır’ın bir ricası oldu.
(Mem u Zin'in buyuk yazari Amed-i Xani Hazretleri'nin kabri basinda (Sagdan ikinci Rahmetullah Karakaya. 26 Temmuz 1984. Dogubayazit).
Kendisi de dahil bir grup memurun intibaklarının, Ankara’ya takıldığını söyledi.
Acaba bunu Milliyet’in “Serbest Kürsü” köşesinde dile getirmek mümkün müydü?
Yazılı olarak gönderirse, yardımcı olacağımı bildirdim.
Sağolsun Yunus Çalışır, bizi İran tarafına da geçirdi. Orada İranlı gümrükçülerin de çayını içtik.
Sıcak dostluklarını görünce, insan iki ülke arasındaki sınırı ister istemez yadırgıyor.
İstanbul’a dönüşte Yunus Çalışır’ın mektubunu masamda buldum.
Mektubu, Serbest Kürsü’yü hazırlayan Ergin Ünal ağabeye verdim. Yayınladı.
Aradan iki yıl geçti. Milliyet’ten Tercüman’a geçmiştim.
Telefonum çaldı. Karşımda Yunus Çalışır vardı.
Önce intibak sorununun çözümü nedeniyle teşekkür etti.
Sonra İstanbul’a tayininin çıktığını, müsait zamanda uğrarsam mutlu olacağını bildirdi.
Bir izinli günümde kendisini İstanbul Limanı’nda ziyaret ettim. Yemeğini yedim, çayını içtim.
Vedalaşırken, elime iki poşet tutuşturmaya çalıştı.
Birinde bir şişe viski, diğerinde bir karton Marlboro sigara…
Ki o zaman Marlboro, İstanbul’da tombalacılar tarafından sokak başlarında fahiş fiyata satılıyordu…
-Değerli dostum, ikisine de elimi sürmem. Çünkü ben, gazeteci olarak görevimi yaptım. İntibakınızın yapılması, benim için en büyük hediyedir. Üstelik bu iki maddenin, gözümde hiçbir değeri de yok. Bir TIR dolusu sigarayı yakarım. Bir tanker viskiyi kanalizasyona dökerim. Hiç gücüme gitmez…
Kararlılığıma saygı gösterdi.
Ben bir ara bu olayı, takdirini almak için babama da anlatacak oldum.
Ancak Muş tütünü vurgunu babam, adeta lafımı ağzıma tıkadı:
-Oğlum içkiyi anladık da, Marlboro’yu babana getirseydin!..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.