Türkiye’de önemli siyasal sonuçlar doğuran, siyasal nitelikli olaylarla ilgili ya da siyasal/hukuksal sistemin insan hakları açısından sorgulanmasına yol açan tartışmalı yargı kararları söz konusu olduğunda, resmi - siyasal çevreler in ulusal ve uluslararası tepkileri savuşturmak, en azından yatıştırmak ya da sorumlu konumda görünmekten kurtulmak için ileri sürdükleri argüman hep aynıdır: “Türkiye bir hukuk devletidir. Hukuk devletinde yargı bağımsızdır; siyasal mercilerin yargıya müdahalesi söz konusu olamaz.” Bu gibi durumlarda yargıçlar tartışmaların konusu ve eleştirilerin hedefi haline gelince de, yargı çevreleri nden şu savunmanın yükseldiğine sıkça tanık olunur: “Yargı, yürürlükteki hukuk kurallarıyla bağlıdır ve bunları aynen uygulamakla yükümlüdür. Dolayısıyla yargının taraf olarak gösterilmesi doğru değildir. Yargı, olayları tarafsız bir şekilde, ama mevcut kurallara göre değerlendirir ve sonuca bağlar. Verilen kararlar, yargıçların kişisel ve siyasal görüş ve eğilimlerinin değil, pozitif hukukun otomatik sonuçlarıdır.”
Bu satırları, bundan on dört yıl önce Yeni Türkiye dergisinde yayımlanan “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı“ başlıklı uzun makalemden aldım. Yargı, o zaman da tartışmaların odağındaydı. Tartışmaları alevlendiren önemli bazı olayları hatırlayalım: Parti kapatma vakaları, DEP’li milletvekillerinin yargılanması; Sivas katliamı, Gazi Mahallesi katliamı, Metin Göktepe’nin katledilmesi davaları...
Bu olaylarla ilgili soruşturmaların yürütülme şekli ve görülen davalardaki adaletsizlikler, içeride ve dışarıda büyük tepkilere yol açmıştı. Özellikle Avrupa’dan gelen sert eleştiriler, dönemin yöneticilerini köşeye sıkıştırmıştı. Onlar da her seferinde, yukarıda aktardığım mealde açıklamalar yapıyorlardı. Ama o sözlere, kendileri dahil, kimse inanmıyordu. Çünkü dilleri ve pratikleri kendilerini alenen yalanlıyordu.
Öte yandan, yargı mensupları da, bütün sorumluluğu kanunlara havale ederek eleştirileri savuşturmaya çalışıyorlardı. Evet, kanunlarda demokrasi ve insan hakları değerleriyle çatışan çok sayıda hüküm vardı. Ancak yargı kararları, kanunlardan da geriydi; daha antidemokratikti ve daha baskıcıydı.
Ayrıca keyfilik de apaçıktı. “Devlet aleyhine cürümler”de başka, “devlet için işlenmiş suçlar”da başka normlar uygulanıyordu. Birincilerde aşırı hiddet, ikincilerde sınırsız şefkat söz konusuydu.
Bu durum, o döneme, yani 90’lı yıllara özgü değildi kuşkusuz. Yargıya egemen olan zihniyetin kökleri çok daha eskilere, Cumhuriyetin kuruluş evresine kadar uzanır.
90’larda Kürt sorununda “gayri nizami harp”in bütün gerekleri uygulamaya konmuştu. Yargı da, bu çerçevede kendine düşen “misyon”u yerine getiriyordu. Bu yüzden adaletsizlik ve keyfilik konusunda çok cevval davranıyordu.
Şimdilerde de aynı manzarayla karşı karşıyayız. Yargı, yine ve yeniden, o eski zihniyetin misyonerliğini başka kostümlere bürünmüş bir şekilde yürütüyor.
Yönetenler de, Türkiye ve dünya kamuoyundan gelen tepkileri, o kadim “bahane”ye sığınarak karşılamaya çalışıyorlar. Bunu da, genellikle Avrupa’ya gidiş veya dönüş yolunda yapıyorlar. Asıl amaçları, sorumluluklarını gizlemek, sorumluluktan kaçmak; lakin bunları kimse yemiyor.
Mesela Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Paris’ten dönerken, Büşra Ersanlı’nın durumuna ilişkin soru üzerine yaptığı açıklamaya bakın. Basit bir arşiv taraması yapın, göreceksiniz ki, her dönemin ve her meşrepten yöneticinin benzer durumlarda sarf ettiği sözlerden hiç farkı yok. “Büşra Ersanlı tutuklanınca çılgına döndüm” diyen Davutoğlu, şöyle devam ediyor: “Büşra Hanım, 28 Şubat’ta da çok demokrat bir tavır almış bir akademisyendir. Terörist olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumu bir bakan olarak kabullenmiyor olmam, bana yargıya müdahale hakkı vermiyor. Yargı ayrı bir süreç.”
Buna en esaslı karşılığı, Fransız tarihçi Etienne Copeaux veriyor, meselenin özünü oluşturan noktaya işaret ederek: Polis, size bağlı değil mi?
Bütün tartışmalı davalarda polisin belirleyici rol oynadığını bilmeyen var mı sahi? Peki polisin bağlı olduğu İçişleri Bakanı’nın, Büşra Hoca göz altına alındığı zaman neler söylediğini hatırlamayan var mı?
Aynı hükümetin içişleri bakanı hem sözleriyle hem de bizatihi varlığıyla, dışişleri bakanını yalanlamıyor mu? Ayrıca, bütün tartışmalı konularda, anti-demokratik yasaları bir türlü değiştirmeyen hükümetin sorumluluğunu nasıl gizleyeceksiniz ya da bu tavrı neyle açıklayacaksınız?
Kürt sorununda “güvenlik konsepti”nin en sivri taşları, Terörler Mücadele Kanunu’nda 2006’da yapılan değişiklikle döşendi. Evet, Özel Yetkili Mahkemelerde görev yapan savcılar ve hakimler, bu hükümleri aşırı katı bir şekilde ve “siyasi misyon hassasiyeti”yle uyguladılar. Şayet hükümet bundan gerçekten rahatsızsa, TMK’da ve başka kanunlarda yer alan ve ÖYM’lerin uygulamalarına dayanak kıldıkları hükümleri değiştirirdi. Hükümet bunu yapmadığı gibi, ÖYM’lerle ilgili değişikliği de, adaletsizlikleri ve keyfilikleri önleyecek şekilde gerçekleştirmeye de yanaşmadı. Polisin ve yargının bu uygulamalarına çok elverişli bir zemin sunan “güvenlik eksenli” yaklaşımdan dönüleceğine dair umut verici sinyaller de gelmiyor hükümet cenahından.
Davutoğlu, Büşra Hoca’nın uğradığı haksızlık için insani mülahazalarla gerçekten üzülüyor olabilir. Lakin bu hâl, ne kendisini ne de hükümeti, siyasi sorumluluktan kurtarmaya yeter...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.