Bu altı ayda, ortam silahtan arındırılacak, sonra sorunun çözülmesi için tedbirlerin alınması dönemi başlayacaktı.
Geçen hafta sonunda ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ bildirisini okuyanlar, Başbakan’dan konuyla ilgili bir ses bekledi. O ise Kazlıçeşme’den, Gezi Parkı olaylarını anlamadığını haykırıyordu.
Öcalan’ın isteğiyle düzenlenen konferansların ikincisi, Türkiye Kürtlerinin sorunlarını tartışmak için Diyarbakır’daydı.
Ahmet Türk’le başlayan protokol konuşmaları dışında basına kapalı toplantının bildirisi, bana göre Türkiye’nin her taşını oynatacak önemdeydi.
Aysel Tuğluk’un okuduğu bildirinin başında, Sayın Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat yarattığı ve ciddi adımlar attığı belirtildikten sonra, hükümetin da aynı ciddiyet ve samimiyetle adımlar atmasının beklendiği; hükümetin kullanmakta olduğu dil ve uygulamalardan kaygı duyulduğu yazıldıktan sonra konferans kararları sıralanmaktaydı.
Kararların bir kısmını aşağıda özetleyeceğim ama önce bildirinin başında vurgulanan iki hususun dayanağına ve önemine değinmek istiyorum:
Geçen yıl sonunda, Öcalan’ın ağzından açıklanan, ‘Kürt sorununun çözümü için silahsız döneme varma hedefi’ söylenmiş, buna karşı hükümetin uzlaşma sağlandığı yönündeki tavrıyla, ‘çözüm süreci’ adı verilen dönem açılmıştı.
Martın 21’inde, yüz binlerce yurttaşımızın katıldığı Nevruz toplantısında, Süreyya Önder’in okuduğu Öcalan’ın mesajını dinledik ve mayıs başlarında gerillanın silahlarıyla birlikte çekilmesini izledik.
Bu yılın ilk yarısında konuşmalar, çekilmeler ve PKK’nın hiçbir eylem yapmaması herhalde tek taraflı kararın sonucu değildi. Yani PKK Öcalan’dan bağımsız ateşkes ilan etmiş değildi. Üç beş kez yazdım, yine yazayım; bu konuşmalar, biçimi ne olursa olsun, bir uzlaşmaya dayanıyordu: Bir tarafta Kürt halkını temsil eden Öcalan, diğer tarafta kimin ve nasıl temsil ettiğini bilmediğimiz Türkiye Cumhuriyeti hükümeti oturmuş uzlaşmışlardı: Önce ortam silahtan arındırılacak, sonra da Kürt sorununun çözülmesi için kuralların konulması ve tedbirlerin alınması dönemi başlayacaktı.
İşte, 16 Haziran 2013’te Diyarbakır’da okunan bildiride ‘Hükümetin atması gerekli bulunan adımlar’ ibaresiyle hatırlatılan bu uzlaşmaydı. BDP Eşbaşkanı Demirtaş çırpınıyor ama hükümet sanki duymazlığa geliyordu; oysa sade bir ima bile önemsenmeliydi.
Bu nottan sonra bildiride sayılanlardan, uzlaşmayla bağlantılı gördüklerimi aşağıya alıyorum:
Konferans; halkın kendi kimliği ile örgütlenme özgürlüğünün ve anadilde eğitimin, Kürtçenin resmi dil olarak kabulünün anayasal güvence altına alınmasını; kamu kaynaklarının pozitif ayrımcılık ilkesi temelinde Kürdistan’a aktarılmasının sağlanması gerektiğini; cezaevlerindeki tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması için yasal düzenlemeler yapılmasını beklemektedir.
Bildiride ayrıca konferansın, Kürdistan’ın statüsü olmadan Kürt sorununun nihai olarak çözülemeyeceğine ve kendi kaderini tayin hakkının Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması gerektiğine ve 20. yüzyıl boyunca tekleştirici politikalar sonucu kendi topraklarından kopan tüm kesimleri geri dönmeye çağırdığı açıklanmaktadır.
Buraya bir not koymak istiyorum: Bu ‘statü’ kavramının ne olduğunu anlamadığımı ve bir kişinin bunun anlamını yazmasının yararlı olacağını üç beş kez yazdım; konuştuğum Kürt aydınlarına da sordum. Fakat hiçbir açıklama gelmedi, okumadım ve dinlemedim. Nedir bu statü? Bir imza sahibi açıklasın lütfen!
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.