(*okuyacağınız yazı tarihsel gerçeklik içermemektedir.) Zihinlerinizi yoklayın 1905’te ilk kez Doğu liginden bir takımın Batı liginden bir takımın filelerini havalandırdığını anımsayacaksınız. Japonya’nın Rusya galibiyetinden söz ediyorum. Japonya belki ada olduğu için Osmanlı’nın yapamadığını yapıp, 1868-1912 arası İmparator Meiji Dönemi’nde ileri doğru sıçramıştı.
Kabaca aynı döneme denk gelen Abdülhamit devrindeyse 1876-1909, zoraki açılan Meclis ki adı dahi meclis değil “heyet” idi, sultan tarafından derhal tatile çıkarıldı ve 1908’e dek çalımlarla, yan paslarla vakit geçirilip, şerefli beraberlikle yetinildi.
Fakat 1905’te Sibirya açıklarından ve Mançurya dolaylarından gelen o gol sesi, Enver ve arkadaşlarının coşkulu imparatorluk batırma süreçlerini ateşlemişti. İlk kez bir doğu ülkesi, bir batı gücünü yenilgiye uğratıyordu. İşte güneş yine yeniden doğudan doğmuyor muydu ? Gerçekten de belki 1908-1913 arası kısa bir tatlı rüya görüldü. “Hürriyet, müsavat, uhuvvet” şiarı, rengarenk bir kitlenin iç içe yaşayabileceği umudunu doğurmuştu.
Ne var ki hem aralıksız savaşın yıkımı, hem Anadolu’daki tüm Ermenilerin kırımı derin ve kanlı oldu. Esasen bu denli kısacık sürede Balkanların kaybı hem nüfusun büyük kısmının yer değiştirmesi hem “işe yarar” toprağın elden çıkması demekti. Hikayenin devamını biliyorsunuz.
Büyük dayak yedi Türkiye. O enkazın altından bugünkü laik cumhuriyetini çıkarabilmesi, günahıyla sevabıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliği sayesindedir. O arada Japonlar da Birinci Dünya Savaşı’nı İtilaf Devletleri (“Entente Powers”) safında Çin’e karşı etki alanlarını genişleterek geçiriyordu.
Japonya’nın büyük yıkım sırası ise İkinci Dünya Savaşı’nda geldi. İki dünya savaşı arasında, Almanya’ya benzer biçimde, tüm demokratik muhalefeti ortadan kaldıran Japonlar, savaşa bu defa Almanların yanında girerek ağır bedel ödemişti. Buna karşılık, ABD’nin işgali altına giren ülke, savaşın ardından ayağa kalkmayı bildi. Hızla kalkındı, siyaset kültüründe dönüşüm yaşadı, canlı bir demokratik yapıya, üretken bir ekonomiye kavuştu.
Japonya adlarını hepimizin ezbere bildiği dünya çapında otomotiv, elektrikli gereçler vb markalar çıkardı. Veyahut savaş endüstrisi sivile döndü, kalkınmanın omurgası oldu. Örnek olarak Japan Steel Works (JSW), bugün dünyada reaktörlerde kullanılan dikişsiz tekparça en büyük çelik basınçlı kaplarını üretebilen tek sanayi işletmesi.
Türkiye’nin nüfusu ise 1927’de yüzde 75’i kırsal alanda yaşamak kaydıyla 13.5 milyon civarındaydı. Sanayi üretimi yoktu. Demokrasi deseniz, hala aranıyor. Neden böyle oldu? Yanıt belki viskide. Şu boğaza karşı üstte ipek robdöşambr eldeki kesme kristal bardağa doldurulan içki. TEKEL ancak 1963 yılında yılda 500.000 litre kapasiteli fabrikada ortalama 200.000 litre viski üretmeye Ankara markasıyla başlayabildi.
Halbuki Japonya’da viski üretimi 1870’lerde başlamıştı. İlk ticari damıtma tesisi ise Taketsuru ve Torii adlı iki girişimci tarafından Yamazaki adıyla Kyoto yakınlarında 1924’te açıldı. Taketsuru, 1934’te Torii’den ayrılarak ülkenin en kuzeyindeki Hokkaido adasına giderek Yoichi işletmesini kurdu. Bugün de iki aile, Suntory ve Nikka şirketleriyle tüm üretime toplam yalnızca dört damıtma tesisi üzerinden hakimler. Bir dönem sadece Suntory tek başına yılda 30 milyon litre viski üretiyordu.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.