Herhalde yaşananlar için kullanılabilecek en son kelime ‘normal’ olmalı. Bir yanda dosyaları birleştiren, gizleyen, içeriğini sızdıran, zaman ayarı yapan, siyasi aktör gibi davranan savcılar ve yürütmeye gözdağı veren, kamuoyu yaratma gayreti içinde olan, hükümeti gayri meşru kılmaya çalışan yüksek yargı kurumları var.
Diğer yanda ise yolsuzluk iddialarını tartışılmaz hale getirme peşinde olan, soruşturmaları engelleyen, yargının adlî kolluk kullanma imkânını budamak isteyen, bir bankayı zora sokan, yüksek yargının hareket alanını daraltmayı amaçlayan bir yürütme mevcut. Hepsinin bir araya gelmesi bir yana, bunların tek bir tanesi bile normal değil. Ancak eğer serinkanlı bir şekilde bakmayı becerip ‘niçin böyle?’ diye sorarsanız, aslında her şeyin gayet normal olduğunu teslim etmek zorunda kalabilirsiniz.
Türkiye, sivil toplumun zayıf olduğu bir ülke... İş dünyası kişilikli değil. Medya büyük ölçüde oportünist ve düzeysiz bir meslekî gelenekten geliyor. Akademia ise tutuk, yüzeysel ve çeşitli bağnazlıkları henüz aşamamış durumda. Dolayısıyla bu unsurlar iktidarın ancak dolaylı ve ikincil alanları olarak işlev görüyorlar. Bu ülkeyi yönetmeye talip olanların öncelikle ‘devleti’ kontrol edebilmesi ve yönlendirebilmesi lazım. ‘Devlet’ denen şey ise aslında bürokrasiden başkası değil ve esas olarak dört kurumsal ayak üzerine oturuyor: Ordu, Milli İstihbarat, Emniyet ve Yargı. Vakıflar, eğitim, tapu gibi alanlar ancak bu dört kurumun etrafındaki çemberi oluşturmaları nedeniyle önem arz ediyorlar. Kısacası Türkiye’yi yönetmek, söz konusu dört kurumda güç sahibi olmakla doğrudan bağlantılı...
Öte yandan bu ülkede bir süreden beri dört ‘gerçek’ siyasî aktör var: Kemalistler (veya İttihatçılar), Kürt hareketi, Hizmet hareketi ve AKP. Bunlar kendi iradeleriyle aldıkları kararlar doğrultusunda hamleler yaparak siyasî sistemi açık bir biçimde etkileme gücüne ve yeteneğine sahipler. CHP ve MHP veya sendika ve birlikler ancak bu dört temel aktörün arkasında saf tutarak siyasî işlev kazanabiliyorlar. 2002 öncesine gidersek ‘devleti’ oluşturan kurumlarda tablo şöyleydi: Ordu tümüyle Kemalistlerin elindeydi, MİT ordunun doğrudan etkisi altında olduğu için Kemalistler tarafından yönetiliyordu ama içinde mafyalaşmış unsurlar da taşımaktaydı, Emniyet Kemalistlerle ülkücülerin ortak alanıydı ve Yargı da yine Kemalist kadrolarca yönetilmekteydi. 2002 sonrasında ise bir yandan AB referanslı reformların, diğer yandan Ergenekon ve Balyoz davalarının ortaya çıkardığı hareket alanını kullanan AKP, bürokraside zamana yayılmış bir zihniyet, kültür ve personel değişimi fırsatı yarattı. Bu değişimin belirgin niteliği Kemalistlerin geri püskürtülmesi, mafyalaşmış unsurların tasfiyesi ve ülkücülerin pasifize edilmesiydi. Neticede sözünü ettiğimiz dört kurumun hepsinde kadro değişikliği yaşandı. Ordu kendi boşluklarını yine kendi alt kadrolarıyla doldururken, diğer üç kurumun üst ve orta kademelerinin yeniden oluşmasında dışarıdan alınan yeni insanlar önemli bir oran oluşturdu.
Bu noktada ‘normal’ beklenti iktidara gelen AKP’nin bu kadrolaşma imkânını bürokrasiye hakim olacak şekilde kullanmasıydı. Ama bu parti Milli Görüş geleneğinden geliyordu ve devlete hizmeti hiçbir zaman değerli bulmamıştı. Yani böyle bir kadrolaşma için AKP tabanı sosyolojik olarak yetersizdi. Oysa Hizmet hareketi 1990’lardan bu yana gençleri bürokrasiye girmeleri için teşvik ediyordu. Dolayısıyla ‘devleti’ dönüştürmeye çalışan AKP güvenebileceği kişileri ‘doğal olarak’ burada aradı. Bu iş yeni ve ehil kadrolar olmadan olamazdı ve hem ‘yeni’ Türkiye’ye ait hem de İslamî nitelikte olan tek siyasî unsur Hizmet hareketiydi. AKP, Milli İstihbarat’ı kendi uhdesi altında tutmayı becerebileceğini gördü ama Emniyet ve Yargı için geniş orta kademelere ihtiyaç vardı. Böylece bürokrasi eski kadroların hegemonyasından kurtarılırken Emniyet’te yüksek oranda, Yargı’da ise daha düşük oranda ama kritik pozisyonlarda bir Hizmet ağı oluştu.
AKP ‘normal’ olarak Hizmet hareketinin siyasî nitelikte bir partner olmasını istemedi ve sosyal alanda verilen imkânların yeterli olacağını düşündü. Hizmet hareketi ise ‘normal’ olarak siyasî katkısının karşılığının siyasî olmasını bekledi ve bunu kendisini siyasileştirmeden yapabileceğini düşündü. Sonuçta ikisi de kendisine sınır koymayı, diğerini ise gerçekçi biçimde muhatap almayı beceremedi. İkisi de yanlış yaptı… Böylece birbirini aşağı çekerken kendilerinin de gömüldüğünü fark edemeyecek hale gelebildiler. Tarihsel bir ortak akılsızlık olarak da gözükebilir ama kim bilir, belki de normali zaten buydu…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.