Gelelim kitabın bir başka taassup kokan bölümüne: Varislik taassubu... Güya Üstad vefat etmezden önce yerine “hayru’l-halef” olarak Hüsrev Abi’yi işaret etmiş. Ve Hüsrev Abi’ye izafeten, Üstad’ın “Seni vekil tayin ediyorum; benim vekilim sensin” dediği iddiası...
Yazıcı kardeşlerimiz, bu hususta o kadar aşırıya gitmişler ki, “vekillik” meselesini getirip Peygamberimizden sonraki halife (Ebubekir) seçimine benzetmişlerdir. Ancak, Nur Talebelerinin bu vekâleti takmadıklarını, Hüsrev Abi’yi tanımadıklarını, başlarına buyruk kesildiklerini, dolayısıyla bir çeşit isyan içine girdiklerini iddia ediyorlar. (bkz. 1206) Hâlbuki Üstad’ın bu meyanda hiç bir ifadesi ve tavsiyesi mevcut değildir; tamamen istismar... “Bediüzzaman’ın Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Efendi” başlığıyla açtıkları fasılda da, “ululemir” ayetini, “biat” ve “imam tayini” hadislerini ve Bediüzzaman’ın “Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebisiz bırakmaz” sözünü alet ederek; bir kıyas-ı fasit ve muvazenesizliğe başvurmuşlardır.
Yine meşhur ve maruf taassup örneklerinden biri “Seyyidlik” taassubudur. Bu işin pirlerinden olan Ahmet Akgündüz, tahmin edersem bu Tarihçe’nin üzerine atlamıştır. Zira 35 yılını Üstad’ın seyyidliğine, yani Kürtlükten ihracına vakfetmiş bir kişi, bu Tarihçe’den tegafül etmez ve etmemelidir de. Ve tahmin edersem etmemiştir de... Hâlbuki benim bu Tarihçe’den beklentim farklıydı; tıpkı önsözünde belirtildiği gibi, Risale-i Nur’lara sadakat çerçevesinde bir muhtevaydı. Üstelik Nurlar’ın Osmanlıcalarına sahip olma gibi bir avantaja rağmen... Ama ne gezer? Onlar da uydum kalabalığa deyip, klasik şablonların dışına çıkamamışlardır; yani bilinen ezberleri tekrar edip durmuşlardır.
Yazıcı kardeşlerimiz, Üstad’ı Ispartalı ve seyyid yapmışlardır; Ispartalı Hüsrev Abi’yi de seyyid yapmışlardır. Dolayısıyla Kürd Üstad’la, Türkmen(Yörük) şakirdi kendi etnisitelerinin dışına çıkartılarak, Peygamber evlatlığında birleştirilmiş; akraba yapılmışlardır. Tabii, hem Üstad’a, hem de Hüsrev Abi’nin de seyyidliğine dair hiç bir belge ortaya konulmadan... Neymiş, efendim bir ev yangınında şecere-i Hüsreviye yanıvermiş! Ne tuhaf! Üstad’ın seyyidliğine(!) dair ise, yine bildik nakaratlar; Nurların referanslığı yerine, sağdan soldan devşirilen zayıf rivayetler... Mehmet Çalışkan, Salih Özcan ve Ali İhsan Tolay gibi kişilerin verdiği malumatlar... Ve Akgündüz’ün amatörce şeceresi gibi, Üstad’a aittir deyip yayınlanan küçücük bir pusula. Kaynak, Hayrât Vakfı Arşivi; yani şeyhin kerameti yine şeyhten rivayet.
Kusura bakmayın; vefat etmiş bir Üstad ve yine vefat etmiş bir talebenin kendi beyanatlarını sözlü, yazılı-imzalı ya da Nakibu’l-Eşraf onaylı belgelerle ortaya koymadığınız sürece, sadece iğfal ve idlal etmiş olursunuz! Bu kast sistemi; üstün ırk ve familya taassubundan vazgeçmediğiniz sürece, gerçek iman ve İslâmî şuura eremezsiniz! Bütün Külliyatı tarayınız; gerek Üstad’a, gerek Hüsrev Ağabey’e ve gerekse sair talebelerinin hiç birinde bu iki zatın seyyidliğine dair bir şey bulamazsınız. Sadece Küçük Ali’ye ait bir haşiye var ki, onun da orijinal nüshalarda olmadığını, sonradan ilave edildiğini önceki yazılarımda belgeleriyle ortaya koymuşum.
Evet; Zübeyir, Bayram, Tahirî, Ceylan vb. Üstad’ın çok yakınında duran; bağlılık ve fedakârlıkta zirve yapan talebelerinden hiçbiri Üstadlarına olan bağlılıklarını onun seyyidliği ve mehdiliği üzerinden sürdürmemişlerdir. Üstad’ın Kürdlüğünü inkâr, asla akıllarına gelmemiştir. Hiçbiri, kendi beyanatları içinde Üstad’ın seyyidliği üzerinde durmamıştır. Ancak her nedense onu bir-iki defa gören, siyaset ve dünya içeresinde adeta gark olan birkaç kişinin bu seyyidlik saplantısını dillendirmeleri düşündürücüdür. Üstad’ı Geylani Hazretlerine torun yapan bu kardeşlerimiz, şu sorulara cevap vermelidirler: Üstad’ı Miran aşireti reisine yönlendiren Gavs, neden “Ya veledî” veya “Ya hafidî” değil de “ Ey Said” demiştir? Gavs’ın kasidesindeki işaretlerde, neden sık sık “Ya müridî” ifadesi kullanılmış da “Ya veledî” denilmemiştir? Üstad küçüklüğünde, cevizlerini kaybettiğinde, “ruhuna bir fatiha” dediği Gavs’a hitabında, neden “Ya ceddî” değil de “Ya şeyh” diye hitap etmiştir?...
Bu saçmalıklardan ne zaman vazgeçeceğiz? Aslî ve muhkem meseleler dururken, ne zamana kadar bu fer’i ve fuzulî meselelerle kafa patlatacağız? Takva ve amel-i salihin esas olduğu bir din, ne zamandandır kapılarını seçkin(üstün) ailelere ve ırklara araladı? Yok, efendim, Üstad “Ben seyyid değilim” derken, mahkemede söylemiştir, tevazu göstermiştir, kendi gizlemiştir, ‘efendi manasındaki seyyid değilim’ demiştir ve daha neler neler... Üstad’ı takiyyecilikle, korkaklıkla, hakkı gizlemekle itham eden bir anlayış, sadakatlerini değil, ihanetlerini ilan etmiş olurlar. Hâlbuki öyle zannedildiği gibi bu ifadeyi, mahkeme ortamında değil, yazılı savunmasında dillendirmiştir.
Hem, tehlikenin olmadığı devrede, yani Osmanlı döneminde, Daru’l-Hikmet-i İslamiyeye üye olurken kendisine sorulan “Bir sülele-i marufeye nisbetin var mıdır?” sorusuna, Üstad’ın cevabı olan “Bir sülale-i marufeye nisbetim yoktur” cevabını ne çabuk unuttunuz? Ya da neden bunu da nazara vermiyorsunuz?
Bu konuyla ilişkili olarak son derece basit ve bir o kadar da gülünç bir konuya da değinelim: Üstad’ın ayak parmaklarıyla Hüsrev’in ayak parmaklarının perdeli oluşu...
Üstad ile Hüsrev Abi’yi aynı nesle, yani seyyidliğe irca eylemeye gayret eden bu Tarihçe, bir de ayak parmaklarının perdeli olmasına dikkat çeker: Güya seyyidlik alametlerinden biriymiş!... Bu hususa atfettikleri ehemmiyet o kadar büyük ki, kendilerinden olan gassal, Hüsrev Abi’nin naaşını yıkarken özellikle ayaklarına bakmış; nihayet aradığını bulmuş! Neymiş, Hüsrev Abi’nin ayak parmakları bitişikmiş, Üstad’ın da öyleymiş. E... Demek ikisi de seyyiddir. Yazık! Biraz tıp ilmini karıştıracak olursanız, bu olayın Tıpta “Sindaktili” diye adlandırılan bir problem olduğunu ve yaklaşık her 2 bin doğumdan birinde bu anomalinin zuhur edeceğini okuyacaksınız. Allah aşkına, bunun seyyidliği, gayr-ı seyyidliği olur mu? Seyyidlerin yüzlercesinde bu durum yokken, olmayanların birçoğunda bizzat müşahede etmişim. Sabri denilen talebesinde de vardı; Üstad, kendisinde de aynı anomaliye dikkat çekerek, ona iltifatta bulunmuştur. Bunu seyyidliğe yorumlamak, ciddi bir meseleymiş gibi Tarihçe’ye aktarmak sığlık ve ciddiyetsizlik değil midir?
Hüsrev Abi'nin Barla mektupları ki onlarcadır; hiçbirinde bunun iması bile yoktur. Üstad’ın Sabri’ye hitaben yazdığı mektupta, seyyidliğe dikkat çeken tek kelime bile yoktur; buna rağmen nedir bu safsatalar?! Onun için tekrar ediyorum; bu Tarihçeyi okuduğumda, gördüm ki, dağ fare doğurmuştur.
Hayrât Tarihçe’sini yazan heyet, önsüzde “arşiv”e vurgu yapıyor; malum, Ahmed Akgündüz de kitabının başına öyle yazmış, ama bana sorarsanız, sadece “şeyhin kerameti şeyhten menkul” gibi bir şey. Arşiv, belge elbette önemlidir; zira biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar delil ve burhana tabiyiz, taklitçilik İslam’ın ruhuna aykırıdır. Ancak, o belge ve burhanların da sağlam olması gerekir. Benim Hayrât Arşivi’nden anladığım, –üstad’ın elyazması mektupları hariç– gerisi tamamen meşrep ve meslek taassubuyla biriktirilmiş Osmanlıca-Latince varakalardır. Üstad tarafından tashih edilmediklerinden, kıymet-i harbiyeleri de yoktur. Tashih ve tasdikakat yüzü görselerdi, Külliyat’ta da neşredilirlerdi. Bu itibarla özel ve karşılıklı yazılmış Osmanlıca mektupları tarihî ve tashihli belgeler şeklinde sunmak ahlâkî değildir diye düşünüyorum. Üstelik o mektuplarda Üstad’ın imzası bile yanlış yazılmıştır. ﺳﻌﻳﺪﻧﻮﺭﺳﻰ şeklinde... Hâlbuki bütün sahih yazımlarda ﺳﻌﻳﺍﻟﻧﻭﺭﺳﻰ şeklindedir.
Şimdi sormalı değil mi? Hem bu kadar Osmanlıcayla iştigal edeceksiniz, hem de bile bile bir yanlış yazıma imza atacaksınız! Olacak şey mi?
Bir başka taassup örneği de, “Tevaffukatlı Kur’an”a dair geliştirilen tezlerdir. Benim bildiğim, Üstad’ın Barla hayatında, bizzat kendisinin talimatıyla, Hafız Osman’ın hattıyla yazılmış Kur’an esas alınarak ve ism-i Celallerdeki kimi yazım sapmalarını tashih ederek talebelerine yeni bir Kur’an yazdırtmıştır. İlk cüz tamamlandıktan sonra, yazılanlardan en muvafık ve tevaffuka en mutabık olanı Hüsrev Ağabey’inki olduğundan, Üstad senakârane bir şekilde, Hüsrev’in kitabetini nazara vermiş ve bu minval üzere tamamlanmasını istemiştir. İsm-i Celallerin (Allah lafzı) birbiriyle aynı sütun üzerinde dizilmesine “tevafuk” diyen Üstad, bunu avuçtaki pirinç, buğday, üzüm, leblebi, nohut tanelerinin yere atılmasıyla her cinsin yanyana gelmesi olarak tarif eder ve bunun beşer iradesini dışında gerçekleşmiş ilahî bir tasarruf olduğunu söyler. Hâlbuki bu gün için önümüze sürülen Kur’an öyle mi?
Hüsrev Abi bizzat (Tarihçe’nin ifadesine göre) 9 Kur’an yazmış ve en sonuncusu için kâmil manada tevafukudur demiştir. Yani Üstad’ı görmediği ve tab’ını arzulamadığı Kur’an... İlginçtir, adı geçen Tarihçe’de, tek sayfa bile olsa, Hüsrev Abi’nin ilk yazma nüshası gösterilmemiştir. Eğer o olsaydı, bu günküyle yanyana koymamız, mukayese yapmamız mümkün olurdu. Bu durumda, aralarındaki farklar, müdahaleler, sun’ilikler tamamen görülebilecekti. Bir diğer husus, yine bu adı geçen Tarihçe’nin beyanına göre, tevafuklu denilen Kur’an, harf yapıştırma usulüyle hazırlanmıştır. Öyleyse orijinal elyazma olanı değildir. Hatta Hüsrev Abi’nin bile eline makas alarak bu harf kesme-yapıştırma işinde çalıştığı bildirilmektedir. Çünkü bütün aynı harfleri ebatlarının aynı olması, şedde, medde, hemze, cezim vs. işaretlerin benzerliği bunun sun’i ve zorlamalı bir tab olduğunu gözler önüne seriyor. Öyle ise, bu kadar abartmaya, bu işi Levh-i Mahfuzdaki Kur’ana benzetmeye gerek yoktur. Bu taassup, böyle devam ettirirlerse, bu iş de masaya yatırılır; uzmanlarca ciddi kritiğe tabi tutulabilir.
Hatta yeni tab edilen Osmanlıca Risaleler de böyledir; tek kalemden çıkmış, yazımda hiç bir hata yok, sayfa kenarındaki lügatler ve kitap arkalarındaki ayet-hadis ve Arabî ibarelerin yazısı(Me’hazler) hep aynıdır. Herkes biliyor ki bu yazı ve bu tarz kitap hazırlığı Hüsrev Abi’ye ait değildir; onun yazısının bir benzeridir. Sonradan yazılmıştır. Yeni ve profesyonel bir dizgidir. Zira Hüsrev Abi’nin orijinal yazılarına benzememektedir; daha ustaca bir yazıdır. Cevşen de aynı sitille hazırlanmıştır. Öyle ise, abartmaya gerek yok; Hüsrev Abi’nin hattıdır diye zorlamaya gerek yok. Ciddi bir tasarruf ve sun’ilik sözkonusu; ama yine de güzel bir çalışma, yapanlardan Allah razı olsun.
Tarihçe-i Hayrat’ta dikkatimi çeken bir husus da Üstad’ın bazı orijinal ifadelerini tahriftir. Mesela, sh. 927’de, Üstad’ın Gençlik Rehberi mahkemesi’nde sarfettiği “İşte ben de yüzer âyât-ı Kur'aniyeye istinaden Kur'anın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi Bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında, Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir.” Sözünü, “Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyat-ı Kur'âniyeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, lâiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa Anayasanın hakikî ve samimî müdafaasını mı yapmış bulundum?” şeklinde tahrif etmeleridir. Dolayısıyla, Osmanlıca orijinallerine sadıktır dediğimiz arkadaşların da tahrifat kafilesine katıldıklarını görmek, şaşırttı doğrusu.
Yine sh. 1990 ile 1992’de geçen Mehmed Feyzi Ağabey’e ait mektubun birinci paragrafının sonunda noktalarla (.......) gösterilen kısmın orijinalinde “ve mübarek kardeşlerimiz” ifadesi çıkartılarak, hususileştirilmiş; sadece Hüsrev Abi’ye münhasır bir ifadeye dönüştürmüşlerdir. Halbuki Mehmet Feyzi Ağabey, Hüsrev’le birlikte diğer saff-ı evvel talebeleri de kastetmiş idi. Aynı şekilde, sözkonusu Tarihçe’de, hem Üstad’a ait Meclis-i Mebusan’da verilen hutbenin orijinali verilmiş, hem de o hutbede geçen “Kürdistan” ifadesini çıkartarak yerine “Hatta umum Şark’ta” yazmışlardır. Bir başka tahrifatları, Badıllı Ağabey’in “ressam çizmesidir” (Mufassal Tarihçe, c.I, s. 345)dediği kalpaklı fotoğrafın Hayrat Tarihçe’sinde (bkz. sh. 36) “Almanya makamlarınca çekilmiş fotoğraf” olarak kabul görmesidir. Değişen ne; hiç, tamamen selef Tarihçeler izlenmiştir.
Daha bir çok tahrifat örneği var ki, buraya yerleşmez; gerekirse bir başka fasılda ele alınabilir.
Son bir mesele, Üstad’ın “mezarı meselesi”dir. Hayrat Tarihçesini hazırlayan heyet, Üstad’ın İsparta’da, Barla’da medfun olduğunu iddia etmektedir. Delil olarak sundukları ise, mezar hırsızı olan o günkü müstebid kadronun tanzim etmiş oldukları sahte varakadır. Sahte diyorum, zira minareyi çalanlar kılıfını da uydurmuşlardır. Sahte diyorum, çünkü mezarın yerini bilecek biri varsa, o da Üstad’ın kardeşi Abdülmecid Nursî’dir. Kendisine imzalatılan belgeye rağmen, kendi ağabeyim Barla’ya defnedilmiştir, dememiştir. Üstelik rivayetlere bakılırsa, Üstad’ın onun için, “Benden sonra 15 sene yaşayacaksın” demesine rağmen. Bu süreç içinde kendisinden bu meyanda tek bir söz çıkmadığı gibi, hayattaki talebelerinden hiçbirine de “Ben burada ya da şurada gömüleceğim, haberiniz olsun!” dememiştir. Kişinin ölüm de gizli, gömüleceği yer de gizlidir. Sadece vasiyet edilebilir; bu durumda “Üstad şurada gömülüdür” diyen birisi varsa, o da Abdülmecid Nursî’dir.
İster Barla, ister Isparta; Üstad’ın burada defni sözkonusu olsaydı, vatandaşlardan birinin bu olaydan haberdar olması lazımdı. (Gecenin geç saatlerinde de olsa, Barla gibi bir köyle, naaşı getiren araba ya da naaşı taşıyanların etrafta bir gürültüsü, bir ışığı, bir lambası görülmeliydi. Çobanların, köylülerin uyanık olduğu bir belde de, bunlar saklı kalamaz. Ayrıca gömen askerlerden biri de bugüne kadar ağzından kaçırabilirdi.) Halk yaklaştırılmamış olsa bile, şayia olur, duyulurdu... Üstad, hakikatten Isparta’da gömülmeyi isteseydi, ölümünü hissettiğine göre, Urfa’ya gitmez, Isparta’da kalmayı ve dolayısıyla buraya defnini isteyebilirdi. Durum böyleyken, aniden ve apar-topar arabayı hazırlatması; şafakta Urfa’ya yönelmesi, bu arada plakayı da çamurlayıp gizlemesi düşündürücü değil mi?
En önemlisi de, Üstad’ın vefat ve naklini bir filim şeridi şeklinde değerlendirirsek, Abdülmecid’e nakil tutanağının zorla imzalatılmasıyla birlikte filim yarıda kesilmiştir ve sonrasındaki gelişmeler tamamen meçhullere bürünmüş bir seyir izlemektedir. Abdülmecid’in bizzat mezardan çıkarmadığı bir naaş, yüzü açılarak tanınmayan bir naaş, yeni ölmüş birinin cesedini andıran pamuksu bir naaş ve sonrasındaki gelişmeler... Hepsi şaibeli ve şeffafiyetten uzaktır.
Hâsılı kelâm; her türlü taassuptan uzak olan bir Üstad, taassuba karşı bir Üstad ve ona rağmen, onun adına yürütülen korkunç bir taassup! Onu Isparta’laştıran anlayış, pekala ona Isparta’da mezar hazırlamasını da bilirler. Eğer gerçekten Üstad’a sadakatleri olsaydı, mezar hırsızlığını yapan devletten bunun hesabını sorar, bizzat kaçırıp meçhullere gömenlerin elelriyle onun mezarını da bulabilirlerdi. Ama ne gezer; devlet-i âliyenin her icraatinde hikmetler arayanlar, ona da bir kılıf buldular, güya Üstad “Benim mezarım bilinmesin” uydurması üzerine yattılar. Onun için diyorum, minareyi çalanlar kılıf uydurmasını da bilirler. Bu meseleyi daha detaylı ve belgeleriyle birlikte ele almak umuduyla, şimdilik bu kadarla iktifa edelim.
Allah, antik Roma ve Pers mitolojilerinden; israiliyat ve hurafatın her türlüsünden korusun; hak ve hakikatin şaşmaz takipçilerinden eylesin! Âmin!...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.