Çiçek açan iğdelerle ıhlamurların tatlı kokusu sabah rüzgârına karışarak fısıldar:
Hayat var oğlum.
Türkan Hanım’ın haberi gelir, başka bir ses fısıldar:
Ölüm var oğlum.
Ölümle hayat, iki cam ustası gibi karşılıklı oturup aynı kürenin içine üfleyip dururlar.
Bir kararır kürenin içi, bir rengârenk cıvıldaşır.
Ölüm gelir dokunur, anlarsın ki hayat bir saçmalıktır.
Birden bütün renkler solar, silinir, yok olur.
Kavgalar, kızgınlıklar, öfkeler ateşe tutulmuş incecik bir cam gibi eriyerek biçim değiştirir.
“Ne anlamı var” diye sorarsın.
“Bir anlamı yok aslında”dır bunun cevabı.
Ölümün varlığını hissettiğinde hayat bütün manasından soyunur.
Çıplak ve sıkıcı bir gerçek olur.
Bu kadar kısa bir süre için, evrenin en ücra gezegenlerinden birinde varolan bir canlının ihtirasları, arzuları, istekleri, mücadeleleri, bunlara ölümün üstüne basarak baktığında, küçülür, kurur, anlamsızlaşır.
Ve merak edersin, “biz ölümün varlığını nasıl unutuyoruz?”
İğde çiçeklerinden gelir cevap.
“Bu da hayatın mucizesi.”
Esas mucize budur herhalde.
Ölümün yanında ölümü unutarak yaşayabilmek.
Hayatı sonsuz sanabilmek.
Biteceğini bile bile hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayabilmek.
Bu büyük yanılgı, bu büyük aldanma, hayatı güzel ve anlamlı kılan.
Bütün manasını bir aldanmadan alır hayat.
Bunu bilir...
Ve, bunu da unutursun.
Hayat, hep unutturur.
Ölüm, hep hatırlatır.
Unutuşla hatırlayış arasında gerilen bir ipte yürürsün.
Ölüm yokmuş, yaşadığın an sonsuza dek hep aynı biçimiyle sürecekmiş gibi hissedersin bütün duyguları.
Değil bütün bunların bir gün biteceğini, değişeceğini bile, o ânın içinde yaşarken kavrayamazsın.
Ölüme doğru yürürsün.
Yaşamak dedikleri, budur.
Ölüme doğru kısa bir yürüyüş.
Yok olmaya doğru bir seyahat.
Hep bunu unutursun.
Unutmak istersin.
Ölüm gelir hatırlatır.
“Yok olacaksın, her şey anlamsız.”
Hayat gelir unutturur.
Bir sihirbazın eğlenceli el çabukluğu vardır hayatta.
Sana, “bütün insanlığı” gösterir, hiç bitmeyen, hiç durmayan, sürekli kımıldanan, ilerleyen, varlığı eksilmeyen, bitmeyen o sonsuz akışı gösterir sana.
Öyle büyük, öyle görkemli, öyle güçlü bir akıştır ki bu ve o kadar uzun zamandan beri akmaktadır ki ve öylesine sonsuzdur ki “bitiş” çıkar gider aklından.
İnsanlığın bir parçası, sonsuzluğun bir zerresi olur, yok olacağını aklına bile getirmeden yürürsün.
Sonra ölüm gelir.
O üfler soluğunu cam kürenin içine.
Her şey kararır.
O sonsuz kalabalık kaybolur, tek başına, çaresiz ve güçsüz bir insan kalır karanlığın içinde.
Her şey karanlık ve anlamsızdır o anda.
Bütün duyguları, düşünceleri ve çabalarıyla silinip gidecek olan, yaşadığı her an biraz daha solgunlaşıp eksilen küçücük bir kıpırtı.
Çaresiz bir zavallı.
Birden hayat gösterir kendini.
Uçsuz bucaksız, sonsuz bir kalabalık.
Her eksileni tamamlayan, her bitişle çoğalan muhteşem bir geçit töreni.
Her duygunun, her düşüncenin, her davranışın bir ışığa kavuştuğu görkemli gösteri.
Kendini bir “insan” gibi değil, kendini “insanlık” gibi hissettiğin o muhteşem yanılgı, o tuhaf gerçek.
Yanılgıyla gerçeği “aynı şey” yapabilmektir hayatın unutturan mucizesi.
Ve, hem bir insan gibi...
Hem de insanlık gibi yaşarsın.
Yaptığın her şey, parçası olduğun sonsuz akışa bir şeyler katar, çoğaltır, büyütür, renklendirir.
Kimi kalabalığın üstüne avuç avuç yıldız tozları serpiştirir, kimi minnacık bir damla bırakır.
Ama herkesten bir küçük işaret kalır.
Kimi görünür, kimi görünmez.
Hepsine yer vardır hayatın içinde.
Daha fazla bırakanlar daha fazla hatırlanır.
Ölüm bütün bunları kenara itip sana “bir insan” olduğunu hatırlatsa da...
Hayat gelip “insanlığı” gösterir, “yürü” der, “ her şeyin anlamsız olduğunu unutarak yürüyecek mucizeyi içinde taşıyorsun.”
Yürürsün.
Ölenler için duyduğun keder, seninle birlikte katılır o kalabalığa.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.