ABD ve Avrupa Birliği yöneticileri, kendileri için menfaatin asıl olduğunu Mısır’daki darbeye verdikleri destekle ilan ettiler.
Demokrasiden, evrensel değerlerden anladıkları, menfaatleriyle sınırlı. Kendileri için demokrasiye evet, ama söz konusu bilhassa İslam coğrafyası olunca, diktatörlük de, sultanlık da, krallık da, darbe de her şey mubahtır… Bu ikiyüzlülük, bu samimiyetsizlik, bu çifte standart; Batılı zihniyetin, 21. yüzyıl dünyasına insanî bir mesajının kalmadığının da ilanıdır… Batı’nın demokrasi zihniyeti, (yöneticiler ile samimi demokrat kesimleri ayırt etmek lazım) bir oksijen çadırındadır ve insanlık, Avrasya ve Afrika’sıyla, Amerika ve Avrupa’sıyla o oksijeni bulmak ve yeni bir dünya kurmak zorundadır…
Taksim Gezi Parkı olaylarının, çevre, doğanın korunması gibi insani saiklerle başladığı doğruydu. Ancak bu tepkilerin, sonradan profesyonellerin kontrolüne geçtiğini ve AK Parti karşıtlığının bir öfke, kin ve nefret patlamasına dönüştürüldüğünü gördük. Taksim Meydanı, Tahrir’e çevrilerek, iktidarın sandık dışında alaşağı edilmesi için kör gözüne gözüne isyan başlatıldı. Ama bir çevre, ısrarla bunu görmedi, göstermedi, karartma ve bilgi kirliliği ile “90 gençliği” diye 1968’lerdeki heveslerini tatmin için bir de nostalji yapanlar devreye girdi. Vesayetin adamlarının, odaklarının ve medyasının, darbe davalarında gördüğümüz, meseleyi özünden saptırma, davaları, mahkemeleri itibarsızlaştırma, sulandırma, bulandırma, perdeleme ve karartma hamlesinin yeni bir versiyonu sahneye konuldu. Ne hazindir ki, Türkiye’nin demokratikleşmesine samimi destek vermiş aydınların bir bölümü de, bütün faturayı Sayın Başbakan’a kesme çabalarına iştirak ettiler. Hiç istemedikleri halde diğerleriyle yan yana göründüler. Tamam, Sayın Başbakan’ın hatalarını söyleyelim, haklı eleştirilerden kaçınmayalım. Kendisi de itiraf etti, hata yaptım dedi. Ama asıl resmi göstermeyip, bir de “dış güçler”i gündeme getirenlerle alay etme de neyin nesiydi?
Türkiye’nin üç tehlikeli zemini var: Türk-Kürt iç savaşı tehlikesi, Sünni-Alevi ayrışmasını körükleyerek Suriye üzerinden bir mezhep çatışması çıkarmak ve laik-dindar kutuplaşması üzerinden toplumu birbirine düşürmek, öfkeleri, kinleri, nefret ve düşmanlıkları kaşımak… Bu üç tehlikeli zeminde, “dış güçler”in; ABD’nin, Almanya’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, İsrail’in, Rusya’nın, İran’ın ve Suriye’nin “hiçbir dahli yoktur” denebilir mi? Denirse, tarih ve devletlerin arşivleri bunu yalanlamaz mı? Yalta’daki paylaşmayı biz mi yaptık? Ortadoğu’da ülke sınırlarını petrole göre cetvelle biz mi çizdik?
Evet, doğrudur her kötülüğü, bizi birbirimize düşürmeyi, tek başına dış güçler yapmıyor. Bizim de, başta siyasilerimizin, medyamızın, üniversitelerimizin, yüksek yargımızın yanlışları var. Ama unutmayalım bu dış güçler 150 yıldır bizimle uğraşıyor. Bizi 1. Dünya Savaşı’na İttihatçıların soktuğuna mı inanalım? Onların arkasındaki güçleri görmeyelim mi? Daha açıkçasını soralım: 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerinde “ABD’nin, AB’nin hiç rolü olmamıştır, haberleri bile yoktu” diyebilir misiniz? Darbecilerin, Türkiye’deki siyasi yapıyı nasıl etkilediğini bildiğimize göre, darbecilerin arkasında da bu malum güçler bulunduğuna göre, “dış güçler” bizim içimizle asla oynamazlar diyebilir misiniz? Dış güçleri öne çıkarıp ne umutları kırmayı, ne de işin içinden böyle çıkmayı düşünürüm. Ama ne olur, Mısır’da ellerine kan bulaşmış darbe destekçilerine rağmen “dış güçler hikâye” demeyiniz….