Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, topluma, “kimlik” siyasetine son vermeyi, katılımcı, yerel ve gerçek bir demokrasiyi kurmayı vaat ederken, Recep Tayyip Erdoğan, aksine “İslam kimliğini” esas alan özünde elitist bir “başkanlık sistemi” önermekte. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ise eski tür “dengeci Cumhurbaşkanı” açık. Aslında üç öneriden ilk ikisi siyasi sistemimiz bakımından “yeni” sayılabilecekken sonuncusunun “eski” ve “çok denenmiş” olduğunu söylemek mümkün.
İlk ikisinin “yeni” olduğunu söylemek mümkün mümkün olmasına ama gerçekten “yeniler mi?” diye de sormak gerek. Kanaatimce Erdoğan’ın “başkanlık sistemi” merakı ve ısrarı, başkanlık sistemi altında bir ulusun daha demokratik bir ortamda yaşamasından çok, başkanlık sistemi altında başkan olan kişinin daha hızlı karar alabilmesi ve böylelikle ülkenin sorunu olarak gördüğü sorunları başta ekonomi olmak üzere daha hızlı çözebilmesi düşüncesinde yatmaktadır.
Yani birinde temel duyarlılık noktası, toplumun hayatını “daha demokratik” kılmak üzerine odaklanmışken, diğerinde toplumu “daha etkin yönetmek” üzerine odaklanmıştır.
Peki ama bu ikisi arasında bir “Çin Seddi” vardır diyebilir miyiz? Yani bir toplumu “daha demokratik” olarak yönetmekle “daha etkin yönetmek” arasında büyü bir uzlaşmazlık var mıdır? Doğrusu bu soruya evet demek durumundayız. Çünkü bu iki yönetim anlayışı arasında “meşruiyetin kalitesi” bakımından bir fark vardır. Birincisinde, bir toplumda kararların toplumun kendisi tarafından alınıyor olmasından dolayı daha yüksek bir “meşruiyet” söz konusu iken; diğerinde, kararların başkan ve onun etrafındaki yönetici elitler tarafından alınıyor olması bakımından “eksik bir meşruiyet” söz konusudur.
Bu nedenle de bir toplumun “demokratik” olarak yönetilmesi “daha etkin yönetilmesi” anlamına gelmez ama yönetimin “daha meşru” bir yönetim olduğuna işaret eder. Demokrasi, eğer gerçek radikal anlamda katılımcı bir demokrasiyse “ağır” işleyen bir mekanizma olabilir ama “daha meşru” bir mekanizma olduğu açıktır. Aksine “başkanlık sistemi” “hızlı” kararların alındığı bir sistem olabilir ama bu kararların alınmasında toplumun önemli bir kısmının dışlanmış olması “meşruiyetin eksik” olduğu bir sistem olmasına yol açar.
Bugün dünyasında varolan yönetim sistemlerinin en önemli sorunu da budur. Temsili parlamenter sistemler de başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemleri de özünde “meşruiyet” bakımında sorunlu sistemlerdir. Unutmamak gerekir ki “karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun karar alırlar.” Toplumların, eğemen elitler tarafından yönetildiği her sistem, eğemen elitlerin çıkarlarına uygun kararların alındığı bir sistemdir.
Zamanımızın bahside budur bence. Toplumların kendi gelecekleri için alınacak kararlara katılımı toplumun kendisini nasıl yönetmek istiyorsa öyle yönetmesini imkanlı kılan bir meşruiyet sağlar. Aksine, toplumun şu veya bu kesimini toplumun geleceği için alınacak kararlardan dışlamak, o toplumu siyasi bakımdan da ekonomik bakımdan da daha kırılgan yapar.
Selahattin Demirtaş’ın ve Recep Tayyip Erdoğan’ın savundukları yönetim anlayışlarındaki temel farklılık buradadır ve illa bu ikisine de “eski” dememek için “yeni” diyorsak, bence Demirtaş’ınki “yepyeni” ve zamanın ruhuna en uygun olandır.
Okuyucularımın Ramazan Bayramları’nı kutlar, sağlıklı, mutlu ve endişesiz bir bayram geçirmelerini dilerim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.