Müslümanca yaşamak üzerine yılar önce çok daha fazla kafa yorardık. Daha çok entelektüel tartışmalar yapardık. Teoriler, kitaplar, klasik ve modern karşılaştırmalar yapar ütopik hale getirdiğimiz bir İslam toplumu hayalleri beslerdik. Hatta o yıllarda bir toprak parçası alıp üzerine ev yaparak, benzerlerimizle birlikte pure İslam yaşamak hayallerini beslemeyen kimse yoktu. Benzerlerimiz ile birlikte iken daha Müslümanca yaşayacağımıza ilişkin kanımız çok güçlüydü. Orada günahkâr insanlardan uzak kalacak, günahın cazibesinden kedimizi de çocuklarımızı da koruyacaktık. Bu kavilden evlerimize televizyon falan da sokmayacak, çocuklarımızın günah kutusundan etkilenmesine fırsat vermeyecektik. Sonra aslında günahsız bir toplum oluşturma arayışının kendisinin, dinin içeriğine aykırı olduğunu, en önemlisi de öteki günahkârlardan izole olsak da kendi günahlarımızdan kaçamayacağımızı, nefsimizi izole edebileceğimiz bir mekân olmadığını anlayıp bu sevdadan vazgeçtik. Dışarıdakiler değil içerdeki günahlar daha çok ilgi alanımıza girdi. Zamanla gördük ki Müslümanca yaşamanın kalıbı dıştan şekillendirilemiyor. İyinin ve kötünün mücadelesi insanın içinden başlayarak her yerde devam ediyor. Kendimizi taşıdığımız her yere öteki günahkârı da taşıyoruz aslında.
Ayrıca öteki günahkârlarla aleni olarak birlikte yaşamak zorunda kalmadığımız "İslam devleti" olarak bilinen toplumlarda da birçok gizli günah barınmıyor mu?
Ürdün kraliyet ailesinden bir entelektüel olan Vijdan Ali bu duruma Müslüman Hipokrasisi diyordu. İslam dünyasında krallardan bazılarının eşcinsel olarak adı geçiyorsa, Irak'taki savaşın ardından evsiz kimsesiz kalan göçmen kadınların sığındıkları ülkelerdeki mahalleri fuhuş merkezi haline getiriliyorsa... Müşterilerin çoğu en Müslüman ülkelerden geliyorsa... Cariye hükmü zinaya kılıf oluyorsa... Çalışanlara köle gibi davranılıyorsa... Uyuşturucudan, alkole birçok şey görünürde yasaklanıp gizliden göz yumuluyorsa... Kokain krizi geçiren bir kıza gayet normal bir şeymiş gibi anlayışla bakılıp, aynı müsamahalı bakış o kız başörtüsü açıldığında gösterilmiyorsa... O kadar çok şey var ki daha diye sayılabileceğim.
Gelelim cesur bir cahil olarak bunları saymama sebep olan Hayreddin Karaman'ın yazısına: "İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur. Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkânlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?"
Bu soruya Hayreddin Karaman'ın verdiği cevap beni yazının başında sözünü ettiğim yıllara götürdü. Karaman hoca o yıllarda böyle bir yazıyı yazar mıydı bilmiyorum ama bu yazı zamanının ötesinde Müslümanca yaşamak üzerine her dönem önemli olacak bir soru üzerinde düşünmemize vesile oldu. Bu nedenle bu ve benzeri yazılar bir din alimine cevap olmaktan öte kendimize ilişkin bir iç bakışın da kapısını açtı.
Bu yazıyı tartışmaya değer bulmayanlar da, konuyu bir fetva gibi algılayanlar da olsa bu konu son günlerin en önemli tartışmalarından birisinin fitilini ateşledi. Bu yazının sorusu öteki medyadakilerin buldumcuk gibi üzerine atladıkları sıradan bir mevzu olmadığı gibi, bizzat dindarların kendilerinin samimiyetle tartışması gereken bir konudur. Ötekilerin eline koz verecek diyerek bu tartışmadan kaçmak konformist bir tutumdan başka bir anlam taşımaz. Karar vermemiz gerekiyor, din zihinlerimizi özgürleştiriyor mu köleleştiriyor mu?
Ayrıca zaten hoca yazısının böyle bir tartışmaya sebep olacağını, söylediklerinin ayırımcılık olarak algılanabileceğini bizzat kendisi söyleyerek tartışmayı başlatmıştır.
"Bu yazıma tepki gösterecekler, "bu ayrımcı, bölücü, birlik ve beraberliği zedeleyici" bir yazı diyecekler olacak; bunu biliyorum.
Bu yazı toplumun her kesimi tarafından tartışılmalıdır. Çünkü Hayreddin Karaman; konuyu dini değil toplumsal yaşam üzerinden ele almıştır. Günah işleyenin hali ile başladığı cümleleri, çok kültürlü bir toplumda yaşam modeli üzerinden genel tartışmalara bağlamıştır. (Yaşam modeli konusunda fikir ileri sürmek için illa alim olmak gerekmiyor.)
Toplumda zaten sıkça tartışılan bir mevzuda bir din adamı olarak taraf olmuştur. Tahammülden tahammülsüzlüğe geçmenin aralığının ne kadar kısa olduğunu başörtülü birisi olarak çok yakından bilirim. Tahammül ve tahammülsüzlük arasındaki kısa aralığın Mustafa Kutlu'nun "Ya Tahammül Ya Sefer" kitabının başlığındaki gibi bir seçeneğe kapı araladığını unutmayalım.
Yazıda bahsedilen buğz Allah'a itaattin gereği, bireyin kendi bünyesinde dışarıya yansıtmadan yaşayacağı kalbi bir hal midir, yoksa imkanın olunca da gerekeni yapmayı gerektirecek bir durum mudur. Karaman Hoca'nın bu duruma da bir alim olarak açıklık getirmesi gerekir.
Bir dini otoritenin böyle telkinlerde bulunmasının toplumdaki yankılarının sert olması durumu bir sorumluluk getirmez mi?
Karaman hoca birilerinin özgürlük alanlarına müdahil olunabilir demiştir yazısında.
Bu, toplumdaki ayrışmayı ve yarıkları derinleştirecek bir etkiye sahip değil midir. Dini bir hükmün ötesinde sosyolojik etkileri olan meseleye ilişkin herkesin, hocamın deyimi ile onu anlamayan cesur cahillerin görüşleri de önemlidir. Yorum yapanları kötü niyetle suçlayan yaklaşımın bizzat kendisi, bir başka tahammül edilmesi gereken durum gibi görünüyor. Hoş, tahammül insanın ötekilerin arasında değil bizzat kendi mahallesinde sıkça hissettiği bir durum değil mi?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.