Sanırım geçen gün sözünü ettiğim Zweig’ın “ahlaki ve manevi bağımsızlığını lekesiz korumak” lafının bu ülke için ne kadar önemli olduğunu sadece bugün elinizde tuttuğunuz gazeteye bakarak bile fark edebilirsiniz.
O “bağımsızlığınızı” lekelediğinizde, “bağımlısı” olmak istediğiniz her parti, her kuruluş, her örgüt sizi utandıracaktır.
Dahası sizi lekeleyecektir.
“Tek başına” durmayı, eleştirmeyi, sorgulamayı göze alamayan hiç kimse, bugün azgın bir saldırganlığın ardına saklanmadan bu ülkenin siyasetinde rol sahibi olan hiçbir örgütü ahlaki ve siyasi biçimde savunma gücüne sahip olamayacaktır.
Önce iktidar partisinden başlayalım.
Bu partinin bir İçişleri bakanı var.
Başbakan Erdoğan aptal bir adam değil, kör de değil, İdris Naim Şahin’i kim olduğunu bile bile milletvekili seçtirdi, kim olduğunu bile bile İçişleri Bakanlığı’na getirdi.
Niye böyle birini bakan yaptığını açıklayabilecek kimse var mı AKP yöneticileri arasında?
Sadece şu son yaptığına bakın.
Kendisine kibarca “geldiğinize sevindim” diyen adamı davul çaldırıp oynattı bu bakan.
“Dindar nesiller” yetiştirmek isteyen Erdoğan’ın yetiştireceği “dindar” çocuklara sunacağı örnek bu bakan mı?
Herhalde çok beğendiği için bakan yaptı, şimdi kalkıp çocuklara, “terbiye, nezaket, zarafet, tevazu” örneği olarak bu bakanı mı gösterecek?
Erdoğan “nesil yetiştirme” gibi başbakanların görev alanını fevkalade aşan işlere heves etmeden önce asıl işi olan bakan seçmeyi becerebilse, sanırım kendisine de, partisine de, toplumuna da daha yararlı olur.
Kalkıp bu davranışı savunabilecek mi şimdi?
“Koskoca bakan, üstelik de benim seçtiğim biri, elbette istediğini oynatır” mı diyecek.
İçişleri Bakanı’nın Kürt meselesine bakışındaki ırkçılığı ve sığlığı söylemeye bile gerek yok, asgari terbiye kurallarından haberdar olmayan birinin böylesine toplumsal bir sorunu daha da beter hale getirmemesi mümkün mü?
Erdoğan, böyle birini bakan yapabilecek kadar kendisini eleştiriden azade hissediyor, keyfîliğin semalarında öyle tek başına uçuyor.
İktidarın durumu bu.
Peki, ya ana muhalefet?
Bir CHP yöneticisi, Balyoz davası ile ilgili bir mektup yazmış Avrupa Birliği’ne.
Bunun bir darbe hazırlığı olmadığına kalıbını basıyor.
Nasıl bu kadar emin olduğunu bilen beri gelsin.
Ne iddianameyi, ne de belgeleri okumadığına eminim.
Tabii bu güvenim tamamen o yöneticinin “iyi niyetli” olduğunu kabulümden kaynaklanıyor, yoksa bal gibi herşeyi okumuş, görmüş ve bütün bunlara rağmen gerçekleri çarpıtmayı amaç edinmiş de olabilir.
Bir darbe hazırlığı olmadığına eminse üç basit sorunun cevabını vermeli.
Birincisi, niye bir “askerî senaryo seminerinde” gerçek isimlerle listeler hazırlanıyor?
İkincisi, bu Yunanistan’a karşı hazırlanan bir savaş senaryosuysa, o ses kayıtlarındaki “iç politika” ile ilgili konuşmalar, “İsrail gibi yapacağız, ezeceğiz” sözleri ne?
Üçüncüsü, Yunanistan’a karşı hazırlanan savaş senaryosunda neden Birinci Ordu’nun birlikleri sınıra doğru değil de İstanbul’a doğru hareket ediyor, neden Genelkurmay’ın kesin emirleri çiğnenerek “içeriyi” hedef alan bir operasyon hazırlanıyor?
Bir ordunun “savaş senaryosundaki” iç politika konuşmalarını, gerçek isimlerle listeler hazırlanmasını, “dindarların, demokratların” mahalle mahalle fişlenmesini “doğal” bulan, bunu destekleyen bir “ana muhalefet partisi” kendi halkından oy alabilir mi?
Kendi halkına güvenmiyor da “orduya” güveniyorsa ona siyasi parti denebilir mi?
Buna “siyasi parti” deniyorsa kime “işbirlikçi” deniyor peki?
Ve gelelim PKK’ya.
Bugün Öcalan’ın avukatlarından birinin ifadelerini okuyacaksınız.
Müzakereleri PKK’nın bilerek kestiğini, “kendi silahlı güçlerini” Güneydoğu’da “legal güç” olarak kabul ettiremedikleri için savaşı hızlandırdıklarını söylüyor.
Oslo’daki görüşmelerin müzakere metinlerinin de bir PKK yöneticisi tarafından sızdırıldığını iddia ediyor.
Bu avukatın söyledikleri doğruysa, PKK’nın ve BDP’nin bu konuda söyledikleri yalan.
Avukat “yalan” söylüyorsa, böyle bir konuda böylesine “yalanlar” söyleyebilecek birini Öcalan’ın avukatı yapan bir örgütün “eleman seçimi” ne kadar güvenilir?
Birbirine taban tabana zıt iki açıklamanın bulunduğu yerde “bir yalan” olduğu açık.
Bu yalanı kimin söylediğini dürüstçe sorgulayacak “ahlaki ve manevi bağımsızlığını” koruyan birileri çıkacak mı?
Bütün bu olanlara, yaşananlara baktığımızda ben, “ahlaki ve manevi bağımsızlığını” koruyan insanların bu ülkede “yalnız kalmayı” göze almaları gerektiğine inanıyorum.
“Yalnızlığı”, gerektiğinde yolunda “tek başına” yürümeyi göze alamayan hiç kimse “bağımsızlığını” lekesiz koruyamaz bugün, mutlaka bir utancın lekesini taşır.
Benim ümidim artık bu “yalnızlarda”, yalnızlığı göze alabilecek kadar dürüst ve güçlü olanlarda.
İyi bir şeyler olacaksa onların sayesinde olacak.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.