Seçimden sonra kazanan- kaybeden literatürü aynı zamanda bir “bak gördün mü?” itiş kakışı için de kullanılır. Galiplerin sevinç ve gururu ile mağlupların hüzün ve kızgınlığı sanki her şeyi tarif ediyormuşçasına ortalığı kaplamaya başlar. Bu bir ölçüde normaldir. Fakat kazanmakla haklılık aynı şey değildir. İnsan haksız olup da kazanabilir, haklı olup da kazanabilir. İnsan bir şeyi kazanıp kazanamayacağına emin olamaz. Fakat doğru bildiği şeye dair dürüst olmak zorundadır. Dünyanın bir imtihan yeri olması, haklılık ile kazanma arasında bire bir bir ilişkiye izin vermiyor.
Yani etik düzlem siyasi düzleme tabi değildir ve bu yöndeki beklentilerin hükmü yoktur. Çok oy almak yaptıklarınızı doğru kılmaz. Sadece yapabilir oluşunuzu doğru kılar. Yani size verilen yönetme hakkı, yönetim tarzınıza mutlak bir itaati ve bu salahiyet ile yapacağınız şeyleri haklı kılmaz. Eğer haklılık ile siyasi temsil arasında bire bir ilişki olsaydı, siyasetin hukuk ve medya ile denetlenmesi ihtiyacı hiç doğmazdı. Yine seçilmiş olmak haklılığın garantisi olsaydı, muhalefet kurumuna ihtiyaç olmazdı.
Seçim başarısını muhalefeti kriminalize etme vizesi saymak veya birileri onu suiistimal edebilir diye ifade hürriyetini sınırlamaya çalışmak demokrasi ile bağdaşmaz.
Türkiye toplumunun büyük bir demokratik uyanış ve teyakkuz hâli yaşadığı bir dönemde, milli irade gibi kavramların önemi ve lüzumu inkâr edilemez. Fakat bu tür kavramlar üzerinden bir galeyan demokrasisi inşa etmek tehlikeli sonuçlar doğurur. Seçimlerin bir siyasi ölüm kalımın ötesinde, apokaliptik bir dinî beka sorunu hâline getirilmesi hiç de sağlıklı bir durum değildir.
Demokraside oy sayısının, kitle desteğinin (ne kadar çok ve büyük olursa olsun) el uzatamadığı alanlar vardır: bunlar temel hak ve hürriyetlerdir. Demokrasilerde muhalefet sadece bir hak değil aynı zamanda bir ihtiyaçtır. Evrensel bir meşruiyet içerisinde tanımlanan temel hak ve hürriyetlerin milli iradenin keyfî tasarrufuna terkedilmesi sözkonusu olamaz. Adalet milli olsaydı, uluslararası ilişkiler hukuki olurdu. Adalet milli olsaydı, milletçe (veya millet adına) irtikab edilen bazı yanlışlara itiraz etmek zulüm olurdu. Adalet milli olsaydı, devlete karşı yalnız bir vatandaş dava açamaz ve davasını kazanamazdı.
Avukatlara çokça sorulan bir soru var: Ahlaklı iyi bir avukat nasıl olur da suçlu müvekkilini mahkemede savunur? Bu soruya verilmesi gereken en doğru cevap şudur: Suçlu müvekkilin hakkını savunmak suçsuz müvekkilin hakkını savunmak kadar kutsaldır. Evet, suçlunun da hukukunu müdafaa adaletin gereğidir. Hüküm vericinin (hâkimin) önünde hakların bihakkın ortaya çıkması gerekir. Varlığı kesin bile olsa hatanın veya suçun olduğu kadarıyla (ne fazla ne de eksik) bir şekilde billurlaşması gerekir ki adalet tahakkuk etsin. Bu yüzden, avukat, suçlu bile olsa müvekkilini savunurken aslında adaleti savunur. Avukatın görevi hakkı ortaya çıkarmaktır.
Türkiye milli iradeyi hâkim kılayım derken bir galeyan demokrasisine savrulmamalı. Demokrasi millet kavramının vatandaşlık ve eşitlik ile aşıldığı ve kolektif herhangi bir gücün temel haklar karşısında etkisiz kılındığı bir rejimdir. Ayrıca temel hak ve hürriyetlerin millisi, gayri millisi olmaz. Arkasına yüzde doksan dokuz halk desteği almış bir “milli” irade bile bir tek bireyin temel haklarını elinden alamaz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.